BİLÂL b. REBÂH
Korkularla Alay Eden
Yiğit
Hz. Ebû Bekir anıldığında Hz. Ömer: Ebû Bekir efendimizdir, efendimizi
azat etmiştir. derdi. Bilâlı kastederdi bu sözüyle. Bir adam ki, Hz.
Ömer ondan Efendimiz diye bahsediyor, o adam yüce ve uludur. Koyu
esmer tenli, zayıf yapılı, oldukça uzun boylu, sık saçlı, seyrek sakallı
biriydi.
Bilâl, ravilerin anlattığına göre;
kendisinde üstünlük görülmesini ve övgü yapılmasını duymak istemez,
böyle bir durumda başını eğer, gözlerini indirir ve şöyle derdi: Ben
ancak bir Habeşîyim. Düne kadar da köleydim. Düne kadar da köle olan bu
Habeşî kimdi? Bu Habeşî, Bilâl b. Rebâh idi. O, İslâmın müezzini,
putları söküp atan, iman ve doğruluk mucizelerinden biri
İslâmın
doğuşundan günümüze ve Allahın dilediği zamana kadar karşılaştığımız
her on müslümandan en az yedisi Bilâlı tanıyor.
Asıllar ve nesiller boyu yüz
milyonlarca müslüman Bilâlı tanıyor, ismini biliyor rolünü öğreniyor.
Tıpkı ilk iki büyük halife Ebû Bekir ve Ömeri tanıdıkları gibi. Mısır,
Pakistan, Malezya, Çin, Amerika, Avrupa, Rusya, Irak, Suriye, Türkiye,
İran, Sudan, Tunus, Cezayir, Fastaki, Afrika derinliklerinde ve
Uzakdoğuda, ilk okulda okuyan müslüman çocukların herhangi birine: Ey
küçük, Bilâl kimdir? diye sorsan o hemen: Allah Resûlünün müezzinidir.
diye cevap verecek ve ekleyecek: Sahibi kızgın taşlarla zulüm ederken,
o Ahad, Ahad diyen köle
İslâmın bağışladığı bu sonsuz nimeti
gördüğünde bil ki, Bilâl müslüman olmadan önce sadece bir köle idi.
Hurma bahçelerinde efendisinin
develerini güderdi. Eğer İslâm olmasaydı, acı kölelik içinde yuvarlanıp
gidecek, neticede ölümün pençesine düşüp, unutulacaktı. Ama imanı ve
yüce dini onu yüksek bir mevkiye, İslâm büyükleri arasına soktu. Nice
makam, mevki, servet sahibi olan kimseler Habeşî kölenin ulaştığı sonsuz
nimete ulaşamadılar. Nice tarihî kahramanlar Bilâlın elde ettiği
şöhrete eremediler. Derisinin siyahlığı, soyunun ve nesebinin düşüklüğü,
azat olmuş bir köle olması, İslâmı seçtiğinde en yüksek makama
ulaşmasına engel olmadı.
Onu bu makama çıkaran doğruluğu, kesin
imanı, temizliği ve gayreti idi. İnsanlar zannederler ki, kökeni
uzaklara dayanan
ailesi ve desteği olmayan
kendisini parayla satın
alan efendisine ait bir mülk olup, kendi yaşamına sahip olmayan
efendisinin ihtirasları ile devesi ve sürüleri arasında gidip gelen
Bilâl gibi bir köle
Zannederler ki, böyle birisi ne bir şeye güç
yetirebilir ne de bir şey olur. O ise bütün zanları boşa çıkardı. İman
etmeye muktedir oldu. Ondan başkasının böyle bir şeye güç yetirmesi ne
mümkün?! Sonra İslâm'ın ve Allah Resûlünün ilk müezzini oldu. Halbuki
bu müezzinliği müslüman olan ve Resûlullaha tâbi olan bütün Kureyş
uluları ve seçkinleri arzu ediyorlardı.
Evet... Bilâl b. Rebâh... Hangi
kahramanlık, hangi yücelik onu, şu üç kelimeden daha güzel ifade
edebilir? Bilâl b. Rebâh Siyahîlerden bir Habeşî... Kader onu, tıpkı
cariye olan annesi gibi, Mekkede Benî Cumah kabilesine köle yapmıştı.
Köle hayatı yaşıyordu. Günleri monotonluk içinde geçiyordu, ne kendisine
bir hak tanınıyor ne de yarını için bir düşünce taşıyordu. Muhammedin (s.a.v.)
haberi gelmeye başladı. İnsanlar aralarında konuşuyor ve birbirlerine
naklediyorlardı.
O da efendilerine ve onların
misafirlerine kulak verip dinliyordu. Özellikle Ümeyye b. Halefin
anlattıklarına... Çünkü Bilâl onun kölesiydi. Ayrıca bu adam
arkadaşlarıyla ve kabilesiyle birlikte sürekli kin, nefret ve öfkeyle
Allah Resûlünden bahsediyorlardı. Bu dinlemeleri esnasında yeni din ve
dini getiren kişi hakkında yapılan öfkeli, kin dolu, uygunsuz
konuşmalara tanık oluyordu. Yaşadığı çevrede bu yepyeni bir oluşumdu,
onun için. Aynı şekilde Muhammed'in şerefi, doğruluğu ve de emin bir
kimse oluşuna dair sözleri sıkça duyuyordu.
Evet... Onların, Muhammedin (s.a.v.)
getirdikleri karşısında hayretler içinde kaldıklarını görüyordu. Kendi
aralarında şöyle diyorlardı: Muhammed şu ana kadar ne bir yalan
söylemiş, ne bir büyü yapmış, ne de kendisinde delilik görülmüş bir
kimsedir. Ancak onun dinine girmek isteyenleri engellemek için bütün bu
uygunsuz sıfatları ona yakıştırmalıyız. Onlardan onun emin kimse
olduğunu işitiyordu.
Vefasını, mertliğini, temizliğini ve
ahlâkî üstünlüğüne dair sözler işitiyordu. Yine onların gizli gizli
konuşmalarından, Hz. Muhammede (s.a.v.) karşı çıkmalarının ve
düşmanlıklarının sebeplerini anlıyordu. Onlar ona iki şeyi korumak
uğruna karşı çıkıyorlardı: Birinci olarak, atalarının dinini; ikinci
olarak, Kureyşin itibarını korumak.
Bu itibar ki, Mekkeyi dinî merkez ve
âdeta yarım adanın başkenti durumuna getirmişti. Son olarak ise, Haşim
oğullarına olan kinleri, yani Peygamberin başka bir kabileden değil de
onlardan çıkmasını kabullenememeleri. Bir gün Bilâl b. Rebâh Allahın
nurunu gördü ve ruhunun derinliklerinden titreşimler hissetti. Hemen Hz.
Peygambere gitti ve müslüman oldu. Bilâlın müslüman olduğu haberi çok
geçmeden her tarafta yayıldı.
Benî Cümah ulularının kulaklarına kadar
vardı. Bu ulular, kibir ve gurur kaleleriydiler. Bütün şeytanlar Ümeyye
b. Halefin göğsünde toplanmış, onu kışkırtıyorlardı. Kölelerinden
birinin müslüman olmasından dolayı gururunun incineceğini telkin
ediyorlardı. Nasıl olur da Habeşî bir köle müslüman olup, Muhammede (s.a.v.)
tâbi olur?!.. Ümeyye kendi kendine: Hiç önemli değil, bugün güneş
batımına kadar sadece bir köle müslüman oldu. diyordu. Ama güneş sadece
Bilâlın müslüman olmasıyla batmayacak, bütün Kureyşin putlarının
yıkıldığı günleri de gösterecekti.
Bilâlın müslüman olması, sadece İslâm
için bir şeref değil; bütün insanlık için şerefti. Azabın en katısına
maruz kaldı. Allah sanki onu, insanlık için bir örnek kılmıştı. Siyah
derili bir köle, imanı bulduğu ve Allaha sığındığında horlanamaz ve
kötülenemez. Bilâl, hem o zaman hem de ondan sonra yaşayan bütün
insanlara açık bir ders verdi: Vicdan hürriyeti, ne dünya dolusu altınla
değişilir, ne de dünya dolusu işkence ile vazgeçilir. Çırılçıplak kor
üzerine yatırıldı, dininden dönmesi, Muhammed'den (s.a.v.) yüz çevirmesi
için işkenceler yapıldı.
Allah Resûlü ve İslâm, bu güçsüz Habeşî
köleyi, kimliğini korumada ve özgürlüğünü savunmada insanlığa üstad
kıldı. Güneşin en kızgın olduğu bir zamanda çıkarıyorlar, çölün
cehennemî sıcağı altında taşların üzerine yatırıyorlar, üzerine de ancak
birkaç kişinin taşıyabildiği koca kayaları koyuyorlardı. Ve bu vahşi
azap, her gün tekrar ediliyordu. Sonunda Bilâla yapılan bu korkunç
işkence karşısında bazı cellatların kalpleri biraz olsun yumuşadı.
Aslında kendileri perişan olmuştu. Bilâl putlarını bir kelimeyle olsun
iyilikle ansa, yol vereceklerdi. Kureyşin yüzüne bakamaz olmuşlar, bir
köle karşısında hezimete uğramışlardı.
Hatta bu kelimeyi kalbinden değil de sadece diliyle söylese, imanını
kaybetmeksizin hayatını ve kendisini kurtaracaktı. Bilâl bu bir kelimeyi
bile söylemeyi reddetti!.. Evet, o bir kelimeyi söylemeyi reddetmiş,
onun yerine ölümsüz nakaratını tekrarlamaya başlamıştı:
Ahad, Ahad! (Allah Bir, Allah Bir)
Cellatları ona bağırdılar. Ona doğru yöneldiler ve: Lat ve Uzzayı
söyle! diye zorladılar. Onlara cevap verdi: Ahad Ahad! Onlar, Bizim
söylediğimizin aynısını söyle dedikçe, âdeta onlarla dalga geçer gibi:
Benim dilim sizin dediğinizi söyleyemiyor. diyordu. Bilâl kızgın
taşların üzerine yatırırlar, üzerinden kaynar sular dökülür.
Güneş sararmaya, batmaya yakın hâl
almaya başlayınca kaldırılır, boğazına bir ip geçirilir, sonra çocuklara,
Mekkenin sokaklarında dolaştırmaları söylenir. Ama Bilâlın dilinde hep
o eski nakarat: Ahad Ahad!.. Gece olduğunda ise, sanki onunla pazarlık
ediyorlar ve: Yarın ilâhlarımızı hayırla an. Rabbim Lat ve Uzzadır,
de. Biz de seni bırakalım. Çünkü sana işkence etmekten yorulduk. Sanki
biz işkence edilen durumuna düştük. Bilâl kesin imanı ve azameti ile:
Ahad Ahad!.. diye cevapladı.
Kendisine iyi adam rolü verilen birisi
Bilâla şirin görünerek, onun iyiliği için çalışıyormuş gibi şöyle dedi:
Ey Ümeyye sen git! Bugünden sonra Lat asla azap etmeyecek. Bilâl bizden
biridir. Annesi de cariyemizdir. Bilâl, müslüman olduğu için Kureyşin
dedikodumuzu yapıp, bizi alaya almasına asla razı olmaz. Bilâl, bu
yalancı ve hain yüzlere gözünü aralayarak baktı ve fecir aydınlığı gibi
tebessüm ederek, onları zelzeleye tutulmuş gibi sarsan bütün heybetiyle:
Ahad Ahad! dedi. Sabah oldu. Öğlenin kavurucu sıcaklığı yaklaştı ve
Bilâl alınıp çöle götürüldü.
O ise sabırlı, ruhen dimdik ve
inancında tavizsizdi. Ebû Bekir (r.a.) onlar Bilâla bütün
acımasızlıklarıyla işkence ederlerken geldi ve haykırdı: Rabbim Allah!
diyen birini mi öldüreceksiniz? Sonra Ümeyyeye bağırdı: Kaç para
istiyorsan al. Ama onu serbest bırak! Denizde boğulmamak için çırpınan
Ümeyyeye sanki bir can simidi yetişmişti. Yüzü gülmüş, içini mutluluk
kaplamıştı, Ebû Bekirin para teklifi üzerine... Çünkü Bilâla işkence
etmek, kendileri için azap hâline dönmüş, dayanılmaz bir durum almıştı.
Ayrıca onlar tüccar milletti. Bilâlın
birkaç kuruşa satılması ölmesinden daha iyiydi. Ebû Bekire Bilâlı
sattılar. O da hemen oracıkta Bilâlı hürriyetine kavuşturdu. Artık
Bilâl hür insanlar arasındaki yerini almıştı. Ebû Bekirin Bilâlı
hürriyetine kavuşturduktan sonra yanına gelen Ümeyye: Lat ve Menata
yemin olsun ki, 1 Ukiyye bile verseydin, onu sana satacaktım. dedi.
Onların bu yılgınlığını anlayan Ebû
Bekir, kardeşi Bilâlın derecesini onlara göstermek için: Allaha yemin
olsun ki, sen de l00 Ukiyye isteseydin, onu tastamam verecektim. dedi.
Arkadaşlarıyla beraber Allah Resûlüne (s.a.v.) gittiler ve hürriyetine
kavuştuğunu müjdelediler.
Büyük bir bayram olmuştu. Allah Resûlü
ve bütün sahâbesi Medineye hicret ettikten sonra namaz için ezan
okunmasını gerekli gördü Resûlullah (s.a.v.). Ama günde beş vakit ezanı
kim okuyacaktı? Ki onun tekbir ve tehliliyle bütün ufuklar yankılansın.
İşte o Bilâldır... İşkence altında senelerdir,
Allahu Ahad, Allahu Ahad diye
inlemişti. Ve Allah Resûlünün (s.a.v.) tercihi gerçekleşti; Bilâl
İslâmın ilk müezzini oldu.
Allahu ekber, Allahu ekber Allahu ekber,
Allahu ekber Eşhedü en lâ ilâhe
illallah
Eşhedü en lâ ilâhe illallah
Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah
Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah
Hayye alas-salâh,
Hayye alas-salâh
Hayye alel-felâh
Hayye alel-felâh
Allahu ekber,
Allahu ekber Lâ ilâhe illallah
Medineye saldıran Kureyş ordusuyla
müslümanlar arasında harp çıktı. Savaş çok şiddetli cereyan ediyordu.
Bilâl düşman üzerine bir kartal gibi saldırıyordu. Bu ilk gazve yani
Bedirdi. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) bu savaşta parolanın Ahad, Ahad!
olmasını emretmişti. Kureyş, en küçüğünden en yaşlısına kadar bu savaşa
katılmıştı. Ümeyye b. Halef, harbe çıkmaktan vazgeçmek istemişti. Bu
adam, Bilâla ölümüne işkence eden efendisi idi.
Eğer arkadaşı Ukbe b. Ebû Muayt onun
korkaklığını ve savaştan geri kalma haberini duyup, yüzüne vurmasaydı,
çıkmama isteğini yerine getirecekti. Ukbe, elinde bir buhurdanlık
taşıyarak ona gelmiş ve bütün kavminin için buhurdanlığı önüne atıp: Al
bununla tütsülen, çünkü sen kadınlardan birisin! demişti. Bunun üzerine
Ümeyye haykırarak: Allah senin de getirdiğinin de belasını versin!
demişti. Bu olayın akabinde savaşa çıkmaktan başka yol bulamadı ve
mecburen çıktı. Kaderin cilvesi işte, bazen dürer, bazen açar.
Ukbe b. Ebû Muayt, Ümeyyeyi Bilâla ve
diğer mustazaflara işkenceye kışkırtan en azılı kâfirdi. Bugün aynı
azılı kâfir Ümeyyeyi savaşa çıkmaya zorluyordu. Çünkü Bedir Ümeyye için
ölüm döşeği olacaktı. Aynı şekilde Ukbe için de... Halbuki Ümeyye savaşa
çıkmayacaktı, eğer Ukbe kendisini teşhir edip, çıkmak zorunda
bırakmasaydı. Ama Allah, emrini yerine getirendir. Ümeyye savaş
meydanına çıkmalıydı. Çünkü onunla, Allahın kullarından birinin
görülecek eski bir hesabı vardı. Ve hesabın görülme vakti gelmişti.
Kaldı ki, hesap görücü Allah ölmez.
Eden, bulur! Kader, böyle zalimler için
zamanı ve zemini yerli yerinde hazırlardı. Ukbe, Ümeyyeyi kendi ölümüne
teşvik edecekti, tıpkı Bilâlın üzerine kışkırttığı gibi. Ümeyye de
öleceği yere doğru adım adım yaklaşacaktı. Ümeyyenin ölümü kimin elinde
gerçekleşecek? Elbetteki Bilâlın
Tek başına Bilâlın. Ümeyyenin
zincirler vurduğu el yapacak bunu... Acılar içinde kıvrandırdığı el
İşte bugün, Bedir gününde kaderin belirlediği hesaplaşmalar
gerçekleşecek. Kureyş cellatları yaptıklarının cezasını bulacaktı. Her
şey tamamdı.
İki taraf arasında savaş başlayıp da
müslümanlar tarafından Ahad, Ahad! sesleri afakı inletince, Ümeyyenin
kalbi güm güm vurmaya başladı ve korktuğu başına geldi. Dün işkence
altındaki kölesinin tekrarladığı sözler, bugün İslâmın ve müslümanların
parolası olmuştu: Ahad Ahad! Bu nasıl olmuştu? Bu kadar çabuk, bu
kadar hızla gelişerek... Kılıçlar şakırdadı, çarpışma kızıştı. Savaş
sona ererken Ümeyye, Abdurrahman b. Avf ile karşılaştı ve ona sığındı.
Onun hayatını bağışlayacağını umarak,
esiri olmak istedi. Abdurrahman b. Avf bunu kabul etti ve esirlerin
bulunduğu yere doğru onu götürdü. Yolda Bilâlla karşılaştı ve Bilâl
haykırdı: Küfrün başı Ümeyye b. Halef! O kurtulursa ben buna dayanamam!
Gurur ve kibir yüklü başı yerinden ayırmak için kılıcını kaldırdı; ama
tam o sırada Abdurrahman b. Avf seslendi: Ya Bilâl! O benim esirimdir.
Esir mi? Savaş alanı alev alev yanıyor. Esir mi? Az önce müslümanlara
indirdiği darbelerin kanı kılıcından damlıyor. Hayır. Bu Ümeyyenin
sinsice planıydı ve canını kurtarmak için kendini Abdurrahmana esir
etmesi bir oyundan ibaretti, Bilâla göre. Daha önce bu oyunu yeteri
kadar uygulamıştı. Bugün artık bu oyunu sürdürememeli, ona bu fırsat
tanınmamalıydı.
Fakat Bilâl tek başına din kardeşi
Abdurrahmanın himayesinde olan bir kâfiri elde edemeyeceğini anladı.
Var gücüyle bütün müslümanlara bağırdı: Ey Allahın erleri! İşte küfrün
başı Ümeyye! Eğer o kurtulursa ben dayanamam! Bir grup müslüman o
tarafa geldi ve Ümeyye ile oğlunun etrafını sardılar. Artık Abdurrahman
b. Avf bir şey yapamazdı. Onları hiçbir şekilde koruyamazdı. Artık onu
zırhı bile kurtaramazdı. Bilâl bir aslan gibi kükredi, Ahad Ahad!
narasıyla Ümeyyenin, küfrün elebaşısının başını gövdesinden ayırdı.
Böyle bir durumda Bilâlın müsamaha
göstermesini istemek hakkımız olmasa gerek. Eğer bu karşılaşma başka
şartlar altında gerçekleşmiş olsaydı, iman ve takvası böyle olan bir
insanın hoşgörüde cimrilik göstereceği düşünülemezdi. Fakat buradaki
karşılaşma savaş alanında oluyor. Her fırka, hasmını yok etmek için
geliyor. Kılıçlar parlıyor, insanlar ölümüne birbirine saldırıyor,
cesetler üst üste yığılıyor. İşte tam bu sırada Bilâl, Ümeyyeyi görüyor.
Bu adam ki, Bilâlın vücudunda bir
parmaklık olsun işkence edilmedik yer bırakmadı. Onu nerede ve nasıl
görüyor? Harp meydanında
Kılıcıyla önüne gelen müslümanın başını vurmak
için geldiği yerde
Şayet Bilâla de ulaşsa onun da başını vuracaktı.
İşte böyle bir ortamda iki kişi karşılaşıyor. Hiçbir mantık bu durumda
Bilâldan Ümeyyeyi affetmesini bekleyemez.
Günler geçti ve Mekke fetih olundu.
Allah Resûlü on bin müslüman savaşçının başında, Allaha şükrederek ve
tekbirler getirerek Mekkeye girdi. İlk olarak Kâbeye yöneldi. Bu
mukaddes mekanı Kureyş senelerdir put deposu yapmıştı. Hak geldi, bâtıl
yok oldu. Bugün artık, Lat yok, Uzza yok, Hübel yok! Bugünden sonra
insanlar taşlara, heykellere tapmayacak. Eşi, benzeri olmayan bir tek,
yüce ve aşkın olan Allahtan başkasına ibadet etmeyecek.
Bilâlla beraber Allah Resûlü (s.a.v.)
Kâbeye girdi. Allah Resûlü girer girmez, Hz. İbrahimi temsil etmek
üzere yapılmış ve okları çeken olarak bilinen puta yöneldi. Bu duruma
kızıp şöyle buyurdu: Allah onları helak etsin! Büyüğümüz İbrahim, ne
şans oku çekerdi, ne yahudi ne de hıristiyan idi. O, tam bir müslüman
idi. Asla müşriklerden değildi. Bilâla Kâbenin damına çıkıp, ezan
okumasını emrettiler
Bilâl ezan okuyor... Bu ne güzel bir an, cıvıl
cıvıl bir mekan... Mekkede hayat donmuş, binlerce Müslüman ayakta,
huzur içinde ezanı dinliyorlar.
Bilâlı dinliyorlar. Evlerinde
müşrikler nerdeyse tasdik edecekler. İşte Muhammed (s.a.v.) ve malını
mülkünü geride bırakıp sürülen müminler. Bu Hakkın ta kendisi değil mi?
Yirmi bin müslüman işte onun etrafında... Bu Hak değil mi? Biz onu attık,
onunla savaştık, en sevimli yakınlarını öldürdük. Bu gerçek değil mi?
Biz onun önünde esirler iken o bize döndü ve : Gidiniz, sizler hürsünüz.
dedi.
Kureyş ulularından üç kişi, Kâbenin
biraz uzağına oturmuşlar, Bilâlın, putlarını ayaklan altına alıp onlara
hakaret etmesinden dolayı yüzlerini ateş basıyordu. Bütün ufukları
kaplayan gür sesi dört bir yanda yankılanıyordu. Bu üç kişi, Ebû Süfyân
b. Harb, Attab b. Üseyd ve Hişam b. Hâris idi. Ebû Süfyân az önce
müslüman olmuştu, son ikisi henüz müslüman olmamışlardı. Attab gözü,
ezanı âdeta terennüm etmekte olan Bilâlın üzerinde olduğu hâlde şöyle
dedi. Allah buna ne güzel ikramda bulunmuş! Allah mı? Eğer
Muhammedin hak olduğunu bilsem, ona tâbi olurdum! diye cevap verdi
Hâris.
Ebû Süfyân onların sözlerini kesti.
Ben hiçbir şey demiyorum. Eğer konuşursam, onun ne kadar akıllı
olduğunu haber vermiş olurum. Allah elçisi, Kâbeye geldiğinde o üç
kişiyi gördü. Yüzlerindeki ifadeyi bir anda okudu. Gözleri pırıl pırıl
olmuştu, Allahın nuruyla... Biliyorum konuştuğunuz şeyleri. dedi. Ve
onlara konuşmalarını bir bir söyledi. Hâris ve Attab haykırdılar:
Şehâdet ediyoruz ki, sen peygambersin. Biz kimseden böyle bir şey
işitmedik.
Yeni bir kalple Bilâla yöneldiler.
Kalplerinde Allahın elçisinin Mekkeye ilk girişindeki hitabesi
canlandı: Ey Kureyş topluluğu! Allah sizden cahiliye saygısını ve
babalarınıza gereksiz tazim etmeyi kaldırmıştır. İnsanlar Âdemdendir.
Âdem ise topraktandır.
Bilâl, Resûlullah (s.a.v.) ile beraber
yaşamış, onun gördüğü her şeye tanık olmuştur. Namaz için ezan okudu,
insanları namaza davet etti. İnsanları zulmetten nura, kölelikten
hürriyete çıkaran bu yüce dinin sembollerini korudu. İslâmın sesini en
yükseklere çıkardı. Müslümanların durumunu da yüceltti. Her geçen gün
Bilâl, Allah Resûlüne (s.a.v.) olan kalbî yakınlığını artırdı.
Öyle ki, Resûlullah (s.a.v.) onu:
Cennetliklerden bir adam diye niteledi. Ama Bilâl, eskiden olduğu gibi
yine cömert ve mütevazı biri olarak kaldı. Bir büyüklük havasına
kapılmadı. Her fırsatta Habeşî ve daha dün bir köle olduğunu söylerdi.
Bir gün kendisi ve kardeşi için nişan yapmak üzere bir adamın iki kızını
istemeye gitti ve adama şöyle dedi: Ben Bilâlım, bu da kardeşim.
İkimiz de Habeşî birer köle idik. Dalaletteyken Allah bize hidâyet nasip
etti.
Köleyken hürriyetimize kavuşturdu. Eğer
kızlarını bizimle evlendirirsen, Allaha şükürler olsun deriz. Eğer bizi
bundan mahrum edersen Allah büyüktür.
Allah Resûlü öte dünyaya kendisi
Rabbinden razı, Rabbi de kendisinden razı bir hâlde göçtü. Onun yerine
Hz. Ebû Bekir halife olarak geçti. Bilâl, Resûlullahın (s.a.v.)
halifesine gitti ve Ey Allah Resûlünün halifesi! Resûlullahtan
işittim ki, Müminin amelinin en faziletlisi Allah yolunda cihattır.
dedi. Hz. Ebû Bekir: Ne istiyorsun ey Bilâl? Bilâl: Allah yolunda
sınırlarda cihad etmek ve ölmek. Hz. Ebû Bekir: Kim bize ezan okuyacak?
Bilâl iki gözü iki çeşme: Ben Allah Resûlünden sonra hiç kimse için
ezan okuyamam. Ebû Bekir: Kal ve bize ezan oku ey Bilâl! Bilâl: Eğer
beni kendin için tutacaksan dilediğini yap! Yok eğer Allah için
tutacaksan, beni bana bırak. Ebû Bekir: Seni Allah için tutuyorum ey
Bilâl. Raviler ihtilaf ettiler ama bir kısmı onun bu olaydan sonra
Şama gittiğini ve orada mücahit ve murabıt olarak yaşadığını
kaydederler.
Bir kısım da onun Ebû Bekirin (r.a.)
ricasını kabul ettiğini, ancak Ömer (r.a.) halife olduktan sonra ondan
izin istediğini ve Şama gittiğini kaydederler. Her halükarda Bilâl
cihat için sınırlara gitmiş ve İslâm devletinin sınır muhafızlarından
biri olmuştu. Böylelikle Allah Resûlüne (s.a.v.) kavuşurken en hayırlı
amel üzerine olacaktı. Son ezanı, Hz. Ömerin hilafeti sırasında halkın
Ömerden Bilâlın bir vakit olsun ezan okumasını istemeleriyle okudu.
Halife, Bilâlı çağırmış, namaz vaktinin geldiğini söylemiş ve ezan
okumasını istemişti. Bilâl çıkmış ve ezan okumuştu.
Bütün sahâbe ağlamış, âdeta
Resûlullahın devrini tekrar yaşamışlardı, Bilâlın ezanıyla... Daha
önce hiç ağlamadıkları şekilde ağladılar. Halife Ömer (r.a.) en çok
ağlayandı. Bilâl, Şamda Allah yolunda İslâm sınırlarını koruma
görevindeyken vefat etti.
|