SELMÂN-i FÂRİSÎ
Hakikat Araştırıcısı
Bu seferki kahraman, İrandan.
Bu İran ülkesinden, bundan sonra birçok
müslüman İslâmla kucaklaşacak ve onların arasından imanda, ilimde,
dinde ve dünyada sahalarında erişilmez eşsiz insanlar çıkacaktı.
İslâmın zirveleri ve dehaları olacak... Hiçbir İslâm beldesinde
görülmeyen üstünlükte ve eşsizlikte insanlar... Felsefede, tıpta,
fıkıhta, astronomide, buluş ve icatta, matematikte devrinin ve sahasının
en büyükleri... Her bir ufuktan doğacaklar, bütün beldeleri
aydınlatacaklar...
İslâmın ilk asırlarında sayıları
oldukça kabarık
Birçok bölgelere dağıldılar, vatanları farklı farklı
ama dinleri bir
İslâmın bu yayılışını Resûlullah haber vermişti
Hayır,
bu bizzat Allah Teâlâ tarafından ona gerçek bir söz olarak vaat
edilmişti. Çok zaman geçmedi. İslâm sancağının bütün beldeler ve
saraylar üzerinde dalgalandığını gördü.
Selmân bu olaya şahit olanlardandı
Hendek savaşı günleriydi. Hicretin beşinci senesi. Yahudi liderleri,
müşriklerle anlaşıp, müslümanlara saldırmak için Mekkeye giderler
Amaçları bu yeni dini kökünden kazımaktır.
Bu korkunç, anlaşmalı harbin planını
yaptılar: Kureyş ve Gatafan dışarıdan Medineye saldıracaklar, henüz
Medinede ikamet etmekte olan Benî Kurayzada müslümanları içten ve
arkadan vuracaktı. Böylelikle müslümanlar iki ateş arasında kalacaktı.
Resûlullaha Medineye doğru bir
ordunun yaklaşmakta olduğu haber verildi. müslümanlar büyük bir korkuya
kapılmıştı. Nitekim bu durumu Kurân şöyle tasvir eder: Hatırlayın ki,
size üstünüzden ve altınızdan gelmişlerdi. Hatırlayın ki, gözler
korkudan fıldır fıldır olmuş, kalp neredeyse göğüslerden dışarı
fırlayacaktı. Allah hakkında kuşkuya düşmüştünüz. (Ahzab, 33/l0)
Ebû Süfyân ve Uyeyne b. Hısn
komutasındaki yirmi bin kişilik bir ordu, Muhammed (s.a.v.) ve dinini
ortadan kaldırmak için, Medinenin etrafını çepeçevre kuşatmaya
başladılar. Bu ordu sadece Kureyşten oluşmuyordu. İslâmı bir tehlike
olarak gören bütün kabilelerin müttefik kuvvetinden meydana geliyordu.
Bütün düşmanları bünyesinde toplayan son saldırıydı. Kabile kabile,
cemaat cemaat, fert fert... Müslümanlar ise kendilerinin içindeki zor
konumun idrakindeydiler.
Allah Resûlü istişare için bütün
ashabını topladı. Kendilerini savunma ve savaşma hususunda ittifak
ettiler. Ama bu nasıl bir savunma olmalıydı? Uzun bacaklı, gür saçlı,
Resûlullahın kendisini son derece sevdiği ve hürmet gösterdiği biri öne
çıktı. Bu Selmân-i Farisî idi. Medineyi şöyle bir gözden geçirdi,
etrafını inceledi. Medine dört taraftan dağlar ve kayalarla korunan bir
şehirdi. Ancak bazı geçitler ve açıklıklar vardı. Kendi ülkesi İranda
uygulanan bir harp hilesi vardı: Hendek. Eğer bu geçitlere ve
geçilebilecek her yerin önüne geniş hendekler kazılırsa düşmandan
korunmak ve şehri savunmak kolay olacaktı.
Allah Teâla müslümanların beklediği çıkış yolunun ne olduğunu biliyordu.
Kureyş böyle bir hendek taktiği bilmiyordu. Dolayısıyla ansızın
karşılaştıkları bu olaydan dolayı psikolojik olarak sarsıldılar.
Allahın gönderdiği şiddetli bir kum fırtınasıyla da dayanamayıp
mevzilerini boşaltmak zorunda kaldılar. Neticede Ebû Süfyân geldikleri
yere geri dönmeleri için nida ettirmek zorunda kaldı. Büyük hayallerle
geldiler, hor, zelil, perişan ve çökmüş olarak döndüler.
Hendek kazma işinde bütün müslümanlarla
birlikte Selmân da yerini almış ve kazma işinde aktif olarak çalışıyordu.
Resûlullah da elinde balyoz müslümanlarla birlikte çalışıyordu. Öyle bir
yere gelindi ki, kaya bir türlü parçalanmak istemiyor, vurulan balyoz
darbelerine karşı koyuyordu. Selmân son derece güçlü ve boyca bir hayli
uzun olmasına rağmen bu kaya karşısında aciz kalmış; darbeleri para
etmemişti. Bunun üzerine Allah Resûlüne giderek, hendeğin yerinin
değiştirilmesini talep etti. Aksi takdirde bu inatçı kaya ile mücadele
imkansızdı.
Resûlullah (s.a.v.), Selmân ile beraber
kayanın bulunduğu yere geldi ve kayayı inceledi. Kaya hakikaten çetindi.
Resûlullah (s.a.v.) balyozu istedi ve sahâbesinden balyozunu vuracağı
yerden uzak durmalarını istedi. Allah Resûlü (s.a.v.) besmele çekip, iki
mübarek eliyle balyozu sımsıkı kavradı ve var gücüyle kayaya indirdi.
Daha sonra Selmân, çıkan ateş parçasından Medinenin aydınlandığını
gördüğünü söylemiştir. Resûlullah (s.a.v.) tekbir getirerek şöyle
seslendi: Allahu ekber! İranın anahtarları bana verildi. Bana Hîre
şehrinin köşkleri ve Kisranın Medaini gösterildi . Ümmetim oraları
fethedecektir. Sonra Allah Resûlü (s.a.v.) ikinci defa vurdu.
Aydınlık tekrar ortalığı kapladı.
Peygamber (s.a.v.) tekbir getirerek buyurdu: Allahu ekber Bana Roma
şehirlerinin anahtarları verildi. Kızıl köşkleri, sarayları bana
gösterildi. Ümmetim oraları da fethedecektir. Sonra Resûlullah (s.a.v.)
üçüncü bir darbe daha indirdi kayaya. Bu darbeyle kaya tamamen
parçalandı. Bu esnada Resûlullah (s.a.v.) kendisine Suriye ve Sana
köşklerinin gösterildiğini ve diğer yeryüzü şehirlerinin gönderlerinde
de bir gün İslâm sancağının dalgalanacağını bildirdi. Bunun üzerine
müslümanlar büyük bir iman coşkusuyla şöyle seslendiler: Bu bize Allah
ve Resûlünün bir vaadidir.
Allah ve Resûlü doğru söylemişlerdir.
Hendek kazılması görüşünü dile getiren ve geçen müjdelerin verilmesine
sebep olan kayayla karşılaşan Selmân, bütün bu müjdelerin gerçek
olduğuna, yaşayarak, gözleriyle görerek tanık oldu. Çünkü o, İranın ve
diğer yerlerin fethinde bizzat bulundu. Suriye, Sana, Mısır ve Irak
saraylarını gördü. Bütün yeryüzünün, hidâyet ve hayır ışıklarını saçarak,
yüksek minarelerden yayılan o mübarek sesle sarsıldığını gördü.
İşte o
Medaindeki evinin önünde
oturmuş, etrafına toplananlara hakikat yolunda geçirdiği merhaleleri,
çektiği çileleri anlatıyor. İranlılara, atalarının dininden
Hıristiyanlığa ve daha sonra İsláma nasıl geçtiğini anlatıyor. Aklını
ve ruhunu kurtaracak bir yol aramak için baba yurdundan gurbete
atılışını... Hakikati bulma yolunda, köle pazarında nasıl satıldığını...
Allah Resûlü (s.a.v.) ile nasıl karşılaştığını ve ona iman edişini
anlatıyor. Haydi onun meclisine biz de sokulalım ve hikâyesini ondan
dinleyelim
Ben, İsfahanın Cey denilen
köyündendim. Babam köyün reisiydi. Babamın en çok sevdiği kişiydim.
Mecusilik dinini öğrenmek için çok çalıştım. Nihayet onların ateşgedesi
oldum. Ateşin sönmemesi için onu sürekli gözetimde tutardık. Babamın bir
çiftliği vardı. Bir gün beni oraya gönderdi. Yolda Hıristiyanların bir
kilisesine uğradım. İbadetlerini işittim.
Girdim ve ne yaptıklarına baktım.
Gördüğüm ibadetleri hoşuma gitti. Kendi kendime: Bu bizim dinimizden
daha hayırlıdır. dedim. Güneş batana kadar orada kaldım. Ne babamın
çiftliğine gittim ne de tekrar yanına döndüm. Nihayet beni aramaya adam
gönderdi. Hıristiyanlara dinlerinin aslının nerede olduğunu sordum, bana:
Şamdadır dediler. Döndüğümde babama şöyle dedim: Kiliselerinde
ibadet eden bir topluluğa rastladım. İbadetleri hoşuma gitti.
Anladım ki, onların dini, bizimkinden
daha hayırlı. Karşılıklı uzun süre konuştuk, tartıştık. Beni ikna
edemeyince, ayağıma zincir vurdu ve beni hapsetti. Hıristiyanlara,
onların dinine girdiğime dair haber gönderdim ve şayet Şamdan bir
kafile gelirse, dönmeden önce bana haber vermelerini istedim. Çünkü o
kafile ile birlikte Şama gitmek istiyordum. İsteğimi yerine getirdiler.
Ben de ayağımdaki zinciri kırdım ve onlarla birlikte Şama gittim. Şama
vardığımda, oranın en bilgilisinin kim olduğunu sordum: O kilisedeki
piskopostur denildi. Bunun üzerine ona gittim, olanları anlattım. Onun
yanında kalmaya başladım. Hizmet ediyor, ibadetlerimi yapıyor ve ilim
öğreniyordum.
Ama piskopos kötü bir adamdı. İnsanlar
fakirlere dağıtsın diye topladıkları sadakayı kendisine getiriyorlar;
fakat o bu sadakaları kendisi için depoluyordu. Bir gün o öldü. Onun
yerine başka birini geçirdiler. İçlerinde o adamdan daha dindarını
görmedim. Her işinde Allaha yönelen, âhireti arzulayan, dünyaya karşı
isteksiz, kendini ibadete vermiş biriydi. Daha önce hiç kimseyi
sevmediğim kadar onu sevdim.
Fakat Allah-ın takdiri gerçekleşip,
ölüm ona da gelince şöyle dedim: Gördüğün gibi takdir-i ilâhî gelmiş
durumda. Bundan sonrası için bana ne emreder, ne tavsiye edersin? Şöyle
dedi: Ey oğul! Musuldaki bir adam dışında benim yolumda ve bulunduğum
hâl üzere olan birini tanımıyorum. O vefat edince Musuldaki rahibin
yanına gittim. Durumu ona anlattım. Allahın kalmamı dilediği kadar bir
zaman onun yanında kaldım. Derken ölüm ona da geldi.
Ondan da bana tavsiyede bulunmasını
istedim. O da Nusaybinde yaşayan bir abidi bana tavsiye etti. Ona
gittim, durumu ona da izah ettim. Allahın dilediği kadar bir zaman
onunla kaldım. O da öteki dünyaya gitmek üzereydi ki, tavsiyede
bulunmasını istedim. Bana Rum topraklarında bulunan Ammûriye şehrindeki
bir adama katılmamı tavsiye etti. Ben de ona katılmak üzere yola
koyuldum. Onunla birlikte yaşamaya başladım. Geçimim için sığır ve
koyunlar edindim
Ölüm ona da geldi. Kime gitmemi
tavsiye edersin? dedim. Ey oğul! dedi. Bu dinde bizim gidişatımızda
olan kimseyi bilmiyorum. Bu yüzden kimseyi sana tavsiye edemem. Fakat
İbrahim (a.s.)ın dini üzere gönderilecek Peygamberin gelme zamanı
yaklaşmıştır. Karataşlı iki dağın arasında bulunan bir şehre hicret
edecektir. Eğer ona ulaşmaya güç yetirebilirsen, durma git. Onun çok
açık mucizeleri vardır. Asla sadaka kabul etmez; ama hediyeyi kabul eder.
İki omuz kemiği arasında peygamberlik mührü vardır. Onu gördüğün zaman
tanırsın. Bir gün bir kervan geldi.
Ülkelerini sordum. Anladım ki, onlar
Arap yarımadasından. Onlara: Şu sığırlar ve koyunlar karşılığında
ülkenize beni götürür müsünüz? dedim. Evet. dediler. Onlarla birlikte
yola koyuldum. Ama yolda bana zulmettiler ve beni bir Yahudiye köle
diye sattılar. Yahudinin memleketine varınca, birçok hurma ağacı gördüm.
Oranın bana anlatılan ve son Peygamberin hicret edeceği yer
olabileceğini düşündüm. Ama değildi. O Yahudinin yanında bir müddet
kaldım.
Bir gün Kurayza oğulları Yahudilerinden
biri geldi ve beni satın aldı. Sonra da Medineye götürdü. Burasının
bana anlatılan yer olduğuna kesin kanaat getirdim. Kurayza oğulları
yurdunda adamın hurma bahçesinde çalışmaya başladım. Sonunda Hz.
Peygamber (s.a.v.), peygamber olarak gönderildi ve Medineye hicret etti.
Kubada Amr b. Avf oğullarının evinde
konakladı. O sırada ben hurmanın tepesinde, efendim olan kişi de altında
oturuyordu. Amcasının oğlu ona gelerek: Şu Kayle oğullarını Allah
kahretsin! Kubada bir adamın etrafına üşüşmüşler. Mekkeden geliyormuş,
peygamber olduğunu söylüyorlar! Allaha yemin olsun ki, adam bunu der
demez, beni bir heyecan sardı; ayağım kaydı, nerdeyse efendimin başına
düşüyordum. Hızla aşağı indim. Ne dedin? Ne dedin? demeye başladım.
Efendim elini kaldırdı ve çeneme
şiddetli bir yumruk indirdi. Sana ne ondan! Sen işine bak! dedi. İşime
döndüm. Akşam olduğunda yanıma biraz hurma aldım, çıktım ve Kubada
Allah Resûlüne (s.a.v.) geldim. Yanına girdiğimde orada sahâbeden bir
grup vardı. ona (s.a.v.) şöyle dedim: Siz ihtiyaç sahibisin,
gurbettesin. Yanımda sadaka için ayırdığım biraz yiyecek var. Bulunduğun
yer bana haber verilince buna en layık olanın siz olduğunu düşündüm ve
size getirdim. Yanına koyduğumda, ashabına Allahın ismini anarak
yiyiniz! buyurdu. Ama o elini hiç uzatmadı. İçimden Vallahi, işte
birinci peygamberlik işareti
O sadaka yemiyor. dedim.
Sonra eve döndüm. Sabahleyin ona biraz
yiyecek daha götürdüm: Görüyorum ki, sadaka yemiyorsunuz. O zaman şu
yanımdaki şeyi size hediye etmek istiyorum. dedim ve önüne koydum.
Ashabına: Allahın ismini anarak yiyin! dedi ve kendisi de onlarla
beraber yedi. Kendi kendime İşte vallahi bu ikincisi
Hediye yiyor.
dedim. Allahın dilediği kadar bekledim. Sonra tekrar yanına gittim. Onu
bir cenazeyi uğurlarken buldum. Üzerinde ince kadifeden bir elbise vardı.
Selâm verdim; sırtının en yüksek yerini
görmek için uzandım. Ne yapmak istediğimi anladı. Bürdesini hafif
kaldırdı. Peygamberlik alâmeti iki omzu arasından göründü. Tıpkı rahibin
bana anlattığı gibiydi. Tuttum, öptüm ve ağladım. Sonra Allah Resûlü (s.a.v.)
beni çağırdı. Önünde diz çöktüm, şimdi size anlattığım gibi başımdan
geçenleri ona anlattım. Sonra müslüman oldum. Köle olmam, Bedir ve
Uhuda katılmama engel oldu. Bir gün Resûlullah (s.a.v.): Efendinle
anlaşma yap da seni azad etsin. buyurdu. Ben de anlaşma yaptım.
Sahâbîlere bana yardım etmeleri için emretti.
Allah Teâlâ bana hürriyeti nasip etti.
Artık hür bir müslümandım. Hendek Savaşında ve diğer savaşlarda
bulundum. İşte bu şekilde Selmân-i Farisî hayat hikâyesini, hak dini
araştırmada başından geçenleri anlattı. Rabbine ulaştı ve tarihte bir iz
bıraktı... Ne ulu insandır bu?!... Ne yüce duygulardır ki bunlar, onu
dünyevî zevklerden koparıp, belaların, meşakkatlerin içine sürüklüyor?..
Hakka nasıl bir yöneliş, nasıl bir Hak dostluğudur ki bu, baba
yurdundan, çiftliklerinden, nimetlerinden sahibini çıkarıyor, bilinmez
bir meçhule doğru sürüklüyor? Bir ülkeden diğerine, bir şehirden
başkasına sürüklenerek... İnsanları, dinlerini, mezheplerini
yaşantılarını gözlemleyip araştırarak...
Köle olarak satılıncaya kadar Hak
peşinde bu ısrarlı yolculuğunu, bitmek bilmez azmini sürdürüyor
Allah
Teâla onun sevabını tam olarak veriyor, Hak ile bütünleştiriyor,
Resûlüne (s.a.v.) erdiriyor, uzun ömrü içinde yeryüzünün birçok
şehrinde İslâm sancağının dalgalanışına tanık yapıyor. Müslümanların bu
şehirleri hidâyet, adalet ve medeniyetle baştan başa donatışlarını
gösteriyor.
Gayreti ve sadakati böyle olan bir
adamın müslümanlığının daha başka nasıl olmasını bekleyebiliriz? Müttaki
iyi kimselerin İslâmı idi, onun müslümanlığı.
Zühdü, zekası ve takvasıyla insanlar
içinde Hz. Ömere en çok benzeyendi. Günlerce Ebüd-Derdâ ile bir evde
beraber kaldılar. Ebüd-Derdâ geceleri ibâdet ediyor, gündüzlerini ise
oruçla geçiriyordu. Selmân onun bu şekilde ibadette aşırıya gitmesini
tenkit ediyordu. Bir gün onu bu kararından vazgeçirmeye çalıştı. Çünkü
yaptığı ibadet nihayetinde nafile bir ibadet idi. Ebüd-Derdâ onu
kınayarak: Beni Allah için oruç tutmak ve namaz kılmaktan alıkoymak mı
istiyorsun? dedi. Cevaben Selmân: Gözlerinin ve ev halkının senin
üzerinde hakkı vardır.
Oruç tutmadığın günler olsun, bazen
namaz kıl ve bazen uyu. dedi. Bu durum Allah Resûlüne (s.a.v.)
iletildiğinde şöyle buyurdu: Selmân ilimle yoğrulmuştur. Allah Resûlü
(s.a.v.) onun zekasının ve ilminin çokluğundan övgüyle bahsediyordu.
Aynı şekilde ahlâkını ve dinini de çok beğeniyordu. Hendek gününde ensâr
Selmân bizdendir! diyor; muhacirler de Hayır Selmân bizdendir!
diyerek buna karşı çıkıyorlardı. Allah Resûlü (s.a.v.) sesini
yükselterek: Selmân bizden, ehlibeyttendir! buyurdu.
Selmân gerçekten bu şerefe lâyıktı
Ali
b. Ebû Tâlib ona Lokman-ı Hakim lakabını takmıştı. Selmân öldükten
sonra Hz. Aliye onu niçin böyle isimlendirdiğini sordular: O bizden,
ehlibeyttendir. Lokman gibi sizde kim var? İlk ilim ve son ilim ona
verilmiştir. İlk kitabı ve son kitabı o okumuştur. O, bitmeyen bir
deryadır. Sahâbe içinde yüce bir makama ve onurlu bir yere sahipti.
Hz. Ömerin hilafetinde bir gün
Medineye ziyarete gelmişti. Hz. Ömer bir başkasına yapmadığı bir
muameleyi yaptı ona. Bütün ashabı topladı şöyle dedi: Haydi, hep
beraber Selmânı karşılayalım. Medine kenarında Selmânı karşılamaya
çıktılar. Selmân, Allah Resûlü (s.a.v.) ile karşılaştı ve ona iman
ettiği günden itibaren, hür bir mümin mücahit ve abid bir kimse olarak
onunla birlikte yaşadı. Aynı şekilde Halife Ebû Bekr, Ömer ve Osman (r.anhum)
ile de birlikte yaşamış, Hz. Osmanın hilafeti döneminde âhirete göç
etmişti. O senelerin çoğunda, İslâm bayrağı yeryüzü ufuklarında
dalgalanmış, ganimet ve cizyeden elde edilen hazineler yığın yığın
Medineye akmış, düzenli gelir ve maaşlar hâlinde insanlara dağıtılmıştı.
Neredeydi Selmân böyle bir bolluk
esnasında? Biz bu servet, bu refah ve bu rahatlık günlerinde onu nerede
bulabiliriz?
Gözünüzü iyice açın!.. Şu gölgelikte
oturan heybetli ihtiyarı görüyor musunuz? Elindeki hurma yaprağını iyice
bükerek ip ve sepet yapmaya çalışan ihtiyarı... İşte o Selmândır!.. Ona
iyi bakın
Kısalmış elbisesine iyice bakın!.. Öyle kısalmış ki, dizleri
görülecek
O bu sade yaşantısına rağmen
O, bol bol infak ederdi. Yılda
dört bin - altı bin dirhem arasında geliri olurdu. Bunun tümünü dağıtır,
sadece bir dirhem bırakırdı.
O bu konuda şöyle der: Bir dirhem ile
hurma yaprağı alırım. Ondan imalât yaparım. Ürettiğimi üç dirheme
satarım. Bir dirhemi ile tekrar hurma yaprağı satın alırım. Kalan bir
dirhemi aileme harcarım, bir dirhemi de sadaka olarak veririm. Eğer Ömer
b. Hattâb, beni bundan alıkoymasaydı, hepsini infak ederdim.
Sonra ne, ey Muhammede uyanlar??..
Sonra ne, ey bütün zaman ve mekanların şerefli insanları! Biz, Hz. Ebû
Bekir, Ömer ve Ebû Zer gibi bazı sahabîlerin darlık içinde yaşadıklarını
ve takvalarını duyunca zannederiz ki, bu, Arap yarımadasının tabii
yaşantı şeklidir.
Şimdi ise İranlı bir zatın huzurundayız.
Bolluk, refah ve medeniyet diyarı... O fakir değildi; aksine insanların
en seçkinlerinden idi. Niçin malı, mülkü, serveti terk etti de el emeği
ile kazandığı bir dirhem ile gününü idare etmeye çalıştı? Niçin emirliği
reddediyor, ondan kaçıyor ve şöyle diyordu: İki kişiye reis olmakla
toprak yemek arasında kalırsan, toprağı ye. Niçin reis olmaktan ve bir
yere tayin olunmaktan kaçıyordu? Ancak bir seriyenin içinde cihada gitme
durumunda kalırsa iş değişiyordu. Ama bir yere vali olmaktan korkuyor,
bunu kendine yakıştıramıyordu.
Sonra kendisine yüklenilen reislikten,
yöneticilikten helal olarak verilen maaşı almaktan neden kaçınmıştı?
Hişam b. Hassan, Hasandan naklen şöyle der: Selmânın maaşı beş bin
dirhemdi. Üç bin kişiye emir tayin edilmişti. Ama o yarısını yatak,
yansını da elbise olarak kullandığı bir aba ile hutbe okurdu. Maaşı
verildiğinde, almazdı. Sadece eliyle kazandığından yerdi. Niçin bütün
bunları yapardı? Niçin dünyadan el-etek çekmişti? Halbuki o, bol nimet
içinde yetişmişti. Cevabı kendisinden alalım. O ölüm yatağında, ruhu
Rabbine kavuşmaya hazır iken Sad b. Ebû Vakkâs onu ziyaret etti.
Selmân, hüngür hüngür ağlıyordu. Sad:
Seni ağlatan nedir ey Ebû Abdullah? Allahın Resûlü (s.a.v.) senden
razı olarak vefat etmiştir. dedi. Selmân: Vallahi, ölümden
korktuğumdan veya dünyaya olan bağlılığımdan ağlamıyorum. Resûlullah (s.a.v.)
bizden söz almıştı ve demişti ki: Sizin dünyadan olan nasibiniz,
yolcunun azığı kadar olsun.
Şimdi ise görüyorsun etrafımda bir sürü
karartı var. O karartıyla eşyayı kastediyordu. Sad diyor ki: Baktım,
etrafında temiz bir tabaktan başka bir şey yoktu. Ona: Ey Ebû Abdullah,
bize tavsiyede bulun! dedim. Ey Sad! dedi, Bir işe kalkıştığında,
bir hüküm vermek durumunda kaldığında veya yemin ettiğinde Allahı
hatırla!.. Dünyadan işte böyle bir anlayışla aldığı bir malı, makamı ve
şanı vardı. Resûlullahın (s.a.v.) ona ve bütün ashâbından aldığı söz
şuydu: Dünyalık mal, mülk edinmeyecekler ve dünyadan ancak bir yolcunun
azığı kadar bir şeye sahip olacaklar Selmân verdiği sözü tutmuştu.
Bununla birlikte ruhunun ebedî yolculuğa çıkacağını anlayınca, korkudan
gözleri yaşla dolmuştu.
Halbuki yegane malı mülkü, yemek yediği
bir tek kaptı. O kapda hem su içiyor, hem abdest alıyordu. Bununla
birlikte yine de korkuyordu. Demedim mi size, o, insanlar içinde Hz.
Ömere en çok benzeyendir diye? Medaine vali tayin edildiği ve orada
valilik yaptığı günlerde bile yaşantısında hiçbir şey değişmedi.
Valilikten tek bir dirhem bile almadı. Yine hurma dallarından imal
ettiği şeylerle geçimini temin etti. Elbisesi, sadece eski mütevazı bir
abadan ibaretti.
Bir gün Şamdan incir ve hurma yükü
getiren bir adam yolda Selmâna rastladı. Adam baktı ki, gelen fakir,
aşağı tabakadan bir kimse. Yükü ona taşıtabileceğini ve karşılığında
para verebileceğini düşündü. Selmâna işaret etti. O da adama yöneldi.
Adam: Şu yükü taşır mısın? dedi. Selmân yükleri yüklendi ve birlikte
yürüdüler. Yolda giderlerken bir topluluğa rastladılar ve selâm verdiler.
Onlar da: Selâm valiye olsun diye cevap verdiler. Şamlı adam Selâm
valiye olsun
? Hangi valiye? diye içinden geçiriyordu.
Birtakım insanlar, koşarak gelip,
Yükünü alalım ey valimiz! dediklerinde adamın şaşkınlığı had safhaya
varmıştı. Şamlı anladı ki, bu adam Medain valisi Selmân-i Farisîden
başkası değildir. Hemen ellerine sarıldı, bin bir özür ve af diledi.
Yükü indirmek için atıldı. Ama Selmân başını sallayarak Hayır, ta ki
evine kadar ulaştıracağım. diye adamı geri çevirdi. Bir gün soruldu:
Sana valiliği kötü, çirkin gösteren nedir? Cevap verdi: Başlangıcının
tatlı, ayrılmanın acı olması.
Arkadaşı bir gün evine geldi. Bir de ne görsün?.. Selmân hamur yoğuruyor.
Hizmetçin nerde? diye sordu. Onu bir iş için göndermiştim. İki işi
birden yapmasını uygun bulmadım. diye cevap verdi: Ev dediysek de
hatırlayalım: Bu nasıl bir evdi?.. Selmân bir ev yaptırmaya karar
verince, bir ustaya sordu: Nasıl bir ev yapacaksın? Usta zeki biri
olduğundan Selmânın takva ve zühdünü biliyordu, şöyle dedi: Endişelenme!...
Sıcağa karşı gölgelik, soğuğa karşı sığınak, dik durunca kafanın
değeceği, uzanınca ayaklarının dokunacağı bir ev olacak. Selmân:
Tamam, bu şekilde yap. dedi.
Selmânın kendisine yöneleceği,
bağlanacağı dünya hayatının bir güzelliği yoktu. O sadece hanımından,
uzak güvenilir bir yerde gizlemesini istediği bir şeyi vardı. Ölüm
hastalığına yakalandığı, öldüğü günün sabahında hanımına: Gizlemeni
istediğim keseyi getir! dedi. Hanımı hemen onu getirdi. Bu, içinde misk
kokusu bulunan bir kese idi. Celvelâ şehrinin fethinde eline geçmiş ve
öleceği gün sürünmek üzere saklamıştı. Hanımından bir bardak su istedi,
sonra elindeki miski sulandırarak eritti ve: Bunu etrafıma dök.
Çünkü buraya birtakım kullar gelecek ki,
onlar yemek yemezler; sadece güzel kokudan hoşlanırlar. dedi.
Kadın bunu yapınca, ona kapıyı üzerine kapayıp, biraz dışarı çıkmasını
söyledi. Kadın çıktı. Biraz sonra döndüğünde mübarek ruhunun dünyadan
ayrılmış olduğunu gördü. O mele-i alâya katılmıştı. Allah Resûlü (s.a.v.),
arkadaşları Hz. Ebû Bekir, Ömer ve diğer şehidlerle buluşmuştu.
|