Dini Sözlük

 

 

NE-NÜ


NEFS (Nefis):
1. Can.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Her nefs, ölümü tadıcıdır. (Âl-i İmrân sûresi: 185)
2. İnsanın kendisi, kişi, beden.
İnsan ben deyince, nefsini göstermektedir. (İmâm-ı Rabbânî)
3. Hakîkat, cevher, asıl, öz. İnsanda ve cinde şer, kötülük kuvveti. Şerîate yâni dîne uymayan isteklerin kaynağı. Buna nefs-i emmâre de denir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Cenâb-ı Hakk'ın huzûrundan korkup, nefsini (gayr-i meşrû) nefsânî arzularından (hevâ ve isteklerden) men eden kimsenin varacakları yer muhakkak Cennet'tir. (Nâziât sûresi: 40)
Nefsine düşmanlık et! Çünkü o, benim düşmanımdır. (Hadîs-i kudsî-Mektûbât-ı Rabbânî)
Akıllılığın alâmeti; nefse gâlib ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hazırlamaktır. Ahmaklık alâmeti; nefse uyup, Allah'tan af, merhâmet beklemektir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Nefsini azîz eden dînini yıkar. Nefsini zelîl eden kimse dînini azîz eder. (Mücâhid bin Cebr)
Nefsin yaratılması, insanların yaşaması, üremesi ve dünyâ için çalışmaları içindir. Allahü teâlâ nefsi böyle nice faydalar için yarattı. Fakat bütün insanlara merhamet ederek, acıyarak, nefse uymağı frenlemeleri, ona hâkim olup, zararlarını önlemeler i için insanlarda akıl da yarattı. (Şerefeddîn Yahyâ Münîrî)
Nefse uymaktan kurtulmak, dünyâ nîmetlerinin en büyüğüdür. Çünkü nefs, Allahü teâlâ ile kul arasındaki perdelerin en büyüğüdür. (Ebû Bekr Tâmistânî)
Nefse, günâhlardan kaçmak, ibâdet yapmaktan daha güç gelir. Onun için günahtan kaçman daha sevâbdır. (İmâm-ı Rabbânî)
"Yâ Rabbî! Nefsimi bana musallat kılma! Ona karşı beni yardımsız, yalnız bırakma! Nefsim bana acımıyor. Bana sen merhamet eyle!
Ey nefsim! İsteklerini hiç unutmuyorsun. Fakat kulluk vazifelerini yapmaya hiç istekli değilsin. Ey nefsim! Hesâba çekileceğin kıyâmet gününde hâlinin ne olacağından hiç korkmuyorsun. Geçici olanı, ebedî ve sonsuz nîmetlere tercih ediyorsun.
Ey nefsim! Hiç amelin olmadan, çalışmadan âhirette rahata kavuşmak istersin. Uzun uzun arzu ve isteklerin peşine düşüp, tövbeyi devamlı sonraya atıp geciktiriyorsun." (Avn bin Abdullah)
Allah yolunda nefsi ile yürümek isteyen daha ilk adımında hatâ etmiş demektir. Nefsini terkedip de ihlâs ile her şeyde Allahü teâlânın rızâsını düşünerek yola çıkarsa, Allahü teâlâ ona kendisine kavuşturacak rehberi tanıtır. (Ali Müzeyyen)
Nefis düşmandır. Düşman sözüyle hareket etmek akıl işi değildir. (Ali Hâfız)
Mahlûkâtın en ahmağı nefstir. Çünkü dâimâ kendi aleyhine olan şeyleri ister. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Nefs Muhâsebesi:
İnsanın, dâimâ kötülük ve günâh işlemek istiyen nefsini hesâba çekip, kontrol etmesi ve gerektiğinde onu cezâlandırması (Bkz. Muhâsebe)

Nefs-i Emmâre:
Kötülüğü emr eden nefs.
Nefs-i emmâre, hiç kimsenin emri altına girmeyip, herkese emretmek ister. Nefs-i emmâreyi yıpratmak, azgınlığını önlemek için dîne uymaktan başka çâre yoktur. (Ahmed Fârûkî Serhendî)
İnsanın bütün kötülükleri nefs-i emmârede toplanmıştır. Nefs-i emmâre hiç iyilik yapmak istemez. Hep kötülük yapmak ister. Kendisine ve başkalarına zararlı olan şeyleri sever. İnsanın dünyâ ve âhirette saâdete kavuşması için nefsine uymaması, onu zay ıflatıp, zarar yapmayacak hâle getirmesi lâzımdır. (Ahmed Fârûkî Serhendî)
Varlıklar içinde en câhil olanı insanın nefsidir. Çünkü, Nefs-i emmâre kendine düşmanlık yapmaktadır. Hep kendini yok edici şeyleri istemektedir. Her isteği, Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerdir. Her işi, sâhibi olan ve bütün iyiliklerin sâhibi bul unan Allahü teâlâya karşı gelmektir. Hep kendi can düşmanı olan şeytana uymaktadır. (Ahmed Fârûkî)
Nefs-i emmâre, şehveti ve gadâbı aşırı çalıştırdığı için, buna uymak insana tatlı gelir. İslâmiyet'e uymak ise, bu arzuları frenlediği, tahdid ettiği için, insana acı, zor gelmektedir. Bunun için insan, İslâmiyet'e uymak istemez. Nefse uymak ister. (Abdülazîz Dehlevî)
İnsanların nefs-i emmâresi; mevki sâhibi olmak, başa geçmek sevdâsındadır. Onun bütün arzusu, şef olmak, herkesin kendisine boyun bükmesidir. Nefsin bu arzuları ilâh olmak, mâbud olmak, herkesin kendisine tapınmasını istemektir. (İmâm-ı Rabbânî)
Peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların indirilmesi hep nefs-i emmârenin isteklerini yok etmek içindir. Çünkü nefs-i emmâre, Allahü teâlâya düşmanlık etmektedir. Nefsin isteklerini yok etmek ancak şerîate uymakla olur. (Ahmed Fârûkî)

Nefs-i Levvâme:
Kötü işlerden dolayı dâimâ kendini kınayan ve ayıplayan nefs.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Kıyâmet gününe ve nefs-i levvâmeye yemîn ederim ki, insan, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor? (Kıyâme sûresi: 1-3)
Bilmiş ol ki; en büyük düşmanın, seni kuşatan nefsindir. Hep kötülüğü emreder şekilde yaratılmıştır. İşi, iyilikten uzaklaşıp fenâlığa meyletmektir. Onu tezkiye edip doğrultmak, Rabbine ve Hâlıkına ibâdet için zincire vurmak, arzularından alıkoyup ze vklerinden uzaklaştırmakla me'mursun. Şâyet biraz ihmâl edersen azar ve bir daha önüne geçilmez hâl alır. Durmadan onu uyarır, kınar ve levmedersen, o zaman nefs-i emmârelikten çıkar da Allahü teâlânın kendisine yemin ettiği Nefs-i levvâme hâline dön er. (İmâm-ı Gazâlî)

Nefs-i Mardiyye:
Kusurlarını bilen, kendisinden râzı olunan nefs. Rabbinin indinde, makbûl olan nefs.
Nefs-i mardiyyeye kavuşan kimse, verdiği her sözü yerine getirir. Adâletten ayrılmaz, kerem sâhibidir (cömerttir). Herkese lâzım olan bilgileri anlayacağı derecede söyler. (Erzurumlu İbrâhim Hakkı)

Nefs-i Mutmainne:
Îmân etmiş nefs. Allahü teâlâyı anmakla huzûra eren, İslâmiyet'in emirlerini yapmak kendisine zor, ağır gelmeyen nefs.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ey mutmainne olan nefs! Râzı olmuş ve râzı olunmuş olarak Rabbine dön. Seçilmiş kullarım arasına karış ve Cennet'ime gir. (Fecr sûresi: 27-30)
Allah'ım! Sana kavuşmaya îmân eden, kazâna râzı olan ve verdiğine kanâat getiren nefs-i mutmainne isterim. (Hadîs-i şerîf-Nesâih-ül-İbâd)
Nefs-i mutmainneye kavuşmuş olan insan sabırlıdır. Yumuşak ve güleryüzlüdür. Ayıbları örter ve kusurları affeder. Allahü teâlâya tam teslim olmuştur. Çok ibâdet yapar. Cömerttir. İslâm dîninin emirlerinden bir karış ayrılmaz. (Erzurumlu İbrâhim Hakkı)
Bir insan vilâyete kavuşup velî olunca nefs-i emmâresi nefs-i mutmainne olmuş, küfürden, inkârdan kurtulup, Rabbinden râzı olmuştur. Rabbi de ondan râzıdır. Yaratılışında bulunan kötülük, azgınlık yok olmuştur. (İmâm-ı Rabbânî)

Nefs-i Mülhime:
Gerektiği zaman Allahü teâlâ tarafından kendisine hakîkatler ilhâm edilen, kötülüklerden arınmış nefs.
Nefs-i mülhimeye kavuşmuş bir kimse, ilim, kanâat, tevâzu (alçak gönüllü olma), hüsn-i zân (iyi düşünce) sâhibidir, sabırlıdır, tahammüllüdür. Özrü kabûl eder. Her türlü eziyetlere katlanır. (Erzurumlu İbrâhim Hakkı)

Nefs-i Nâtıka:
İnsanı hep kötülük ve aşağılık işler yapmaya sürükleyen nefs. Nefs-i emmâre.
İnsanın bütün kötülükleri nefs-i nâtıkada toplanmıştır. Nefs-i nâtıka hiç iyilik yapmak istemez. Hep kötülük yapmak ister. Kendisine ve başkalarına zararlı olan şeyleri ister. (Ebü'l-Hüseyin)
Nefs-i nâtıkayı zaifletecek birinci ilâç, İslâmiyet'in emir ve yasaklarına uymaktır. Haramların hepsi; dünyâ malına, mevkiine, zevklerine düşkün olmak, nefsin gıdâsıdır. Onu besler, kuvvetlendirirler. (İmâm-ı Rabbânî)

Nefs-i Râdiye:
Rabbinden râzı ve hoşnûd olan nefs.
Nefs-i Râdiyeye kavuşan kimsenin duâsını Allahü teâlâ reddetmez. Fakat edeb ve hayâsından bir şey isteyemeyen, Allahü teâlâ katında azîz ve kıymetlidir. (Erzurumlu İbrâhim Hakkı)

Nefs-ül-Emr:
Hayâl, düşünce olmayan, zihnin hâricinde kendisi var olan, hakîkat.

NEFY VE İSBÂT ZİKRİ:
"Lâ ilâhe illallah" mübârek sözünü diyerek yapılan zikr (Lâ ilâhe) yâni Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur, nefy; (illallah) yâni Allahü teâlâ vardır demek de isbât ifâdeleriyle belirtilmiştir.
Nefy ve isbât zikrini çok yapınız. Bu güzel kelimeyi tekrar ederken bütün dilek ve düşüncelerinizi gönülden çıkarınız! Maksâdınız, dileğiniz ve sevdiğiniz birden fazla (Allahü teâlâdan başka) olmasın. (İmâm-ı Rabbânî)

NEHÂR-I ŞER'Î:
İmsâktan, akşam namazının vaktinin girmesine kadar olan zaman.
Orucun farzı üçtür: 1)Niyyet etmek, 2)Niyyeti ilk ve son vakti arasında yapmak. 3) Fecr-i sâdık yâni tan yeri ağarmasından, güneşin batmasına kadar olan zaman içinde yâni nehâr-ı şer'î müddetince, orucu bozan şeylerden sakınmak. (Seâdet-i Ebediyye)

NEHY:
1. Yasak, yasak edilen şey.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Resûlümün getirdiği emirleri alınız, itâat ediniz! Nehy ettiği şeylerden sakınınız! (Haşr sûresi: 7)
Dünyâda felâketlerden, âhirette Cehennem azâbından kurtulmak için iki şey lâzımdır: Dînin emrettiği şeylere sarılmak, nehiylerinden sakınmak! Nehyedilen şeylerden sakınmak, daha kıymetlidir. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Kur'ân-ı kerîmde yapılması istenmeyen şeyleri bildiren kelâm-ı ilâhî (Allahü teâlânın mübârek sözü).

Nehy-i Anil Münker:
Günahlardan ve kötülüklerden sakındırmak, alıkoymak.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Erkek ve kadın bütün mü'minler, birbirlerinin yardımcılarıdır: Emr-i mâruf nehy-i anil münker yaparlar, namazı gereği üzre kılarlar, zekâtı verirler, Allah'a ve Resûlüne itâat ederler. İşte bunları muhakkak sûrette Allah rahmetiyle bağışlayacaktır... (Tevbe sûresi: 71)
Aç kimseleri doyur, susuz olana su ver, emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yap; buna gücün yetmezse hayırlı, güzel olmayan sözlerden dilini koru!" (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)
Mü'min kardeşine nehy-i anil münker yapan kimse; yumuşak, tatlı ve güzel bir ifâde ile anlatarak söylemeli, sert, ağır sözlerde bulunmamalıdır. (Abdülkâdir-i Geylânî)

Nehy-i Gayr-i İktizâî:
Mekruhlar. (Bkz. Mekruh)

Nehy-i İktizâî:
Haramlar. (Bkz. Haram)

NEKÂBET:
Yapılan satış sözleşmesinden dönmek, vazgeçmek.
Bir bâyi' (satıcı), alış-veriş ettiği kimsenin, bundan vazgeçmesi hâlinde nekâbet etmesi, ticârette ihsân olur. Çünkü Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Bir kimse, karşısındaki pişmân olunca, bey'i fesheder, geri alırsa, Allahü teâlâ onun günâhlarını affeder." Nekâbet, vâcib değildir. Fakat çok sevâbdır ve ihsân etmektir. (İbn-i Âbidîn)

NEKİR:
Kabirde suâl soran meleklerden biri. (Bkz. Münker ve Nekir)
Kabre konan meyyit (ölü), Münker ve Nekir meleklerinin sorularına doğru cevâb verince, onlar (melekler); "Doğru söyledi, bizim elimizden kurtuldu" derler. Bu kimsenin kabri nûr ile dolar. Cennet kokuları gelir. Kıyâmete kadar neş'eli ve sevinçli olur . (İmâm-ı Gazâlî)

NEMÂ:
Malın artması, çoğalması. Ziyâdeleşen mala nâmî denir.
Zekâtı verilecek malda aranan şartlardan birisi de nemâ bulmasıdır. (Kâşânî, Serahsî)

NEMAZ (Namaz):
İslâm dîninin beş şartından biri.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Belli zamanlarda namaz kılmak, mü'minlere farz oldu. (Nisâ sûresi: 102)
Namaz dînin direğidir. Namaz kılan kimse, dînini kuvvetlendirir. Namaz kılmayan, elbette dînini yıkar. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Allahü teâlâ, her gün beş defâ namaz kılmağı emr etti. Güzel abdest alıp, bu beş namazı vakitlerinde kılan ve rükû' ve secdelerini iyi yapanları, Allahü teâlâ af ve mağfiret eder. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Allahü teâlâ, kullarına her gün beş kerre namaz kılmağı farz etti. Bir kimse, güzel abdest alıp, namazını doğru kılarsa, kıyâmet günü yüzü, on dördüncü ay gibi parlar ve Sırât köprüsünü şimşek gibi geçer. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Allahü teâlâ kulları üzerine beş vakit namazı farz kılmıştır. Namaz için güzel abdest alıp namazın rükû' ve secdelerini tamam edenler, namazda huşû'a ehemmiyet verenler ve her bulundukları yerde namazı bırakmayıp kılanların yüzleri yarın kıyâmet gününde ayın on dördüncü gecesi gibi parlar. Sırat köprüsünden şimşek gibi geçerler. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Her namaz vakti geldikte melekler nidâ ederler ki: "Ey Âdem oğulları kalkınız ve nefsiniz için yakılmış olan ateşi namaz ile söndürünüz! (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
İyi biliniz ki, namaz dînin direğidir. Namaz kılan bir insan, dînini doğrultmuş olur. Namaz kılmayanın dîni yıkılır. Namazları, müstehâb zamanlarında ve şartlarına ve edeblerine uygun olarak kılmalıdır. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
Namaza mâni olan, güçlük çıkaran vazîfede bereket olmaz. Namaza elverişli olan vazîfelerde bereket vardır. (İmâm-ı Gazâlî)
Âkıl ve bâliğ olan her müslümanın her gün beş vakitte namaz kılması farzdır. Kimse, kimsenin yerine namaz kılamaz. Bir kimse, kıldığı namazın ve başka ibâdetlerin sevâbını başkalarına hediye edebilir. (Muhammed Zihni)
Ey oğlum! Namazı dosdoğru kıl. Şartlarına, rükünlerine, edeblerine riâyet ederek kıl. Çünkü namaz, dînin direğidir ve Allahü teâlâya münâcâttır (yakarıştır). Namaz insanı günahtan alıkoyup, kemâle (olgunluğa) kavuşturur. (Lokman Hakîm)
İlim, mârifet dolu sözlerimin hiç faydası olmadı. Bir gece yarısı kıldığım iki rekat namaz imdâdıma yetişti. (Cüneyd-i Bağdâdî)
Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılın! (Abdülhakîm Arvâsî)
Bir vakit namazımı kaybetmektense dünyâları kaybetmeyi tercih ederim. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

NEMÎME:
Koğuculuk, müslümanlar arasında fitne çıkarmak, ara bozmak için söz taşıma. (Bkz. Nemmâm)
Hased, nemîme ve kehânet sâhibleri benden değildir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Yalan söylemek, iftirâ etmek ve nemîme her dinde haram idi. Cezâları çok ağırdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Yalan, gıybet, nemîme ve yalan yere yemin gibi şeyler orucu bozmazlar. Ancak sevâbını giderirler. (Kutbüddîn İznikî)

NEML SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yirmi yedinci sûresi.
Neml sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Doksan üç âyet-i kerîmedir. On sekizinci âyetinde Süleymân aleyhisselâmın ordusuna yol veren karıncalardan bahs (söz) edildiği için sûreye, Neml denilmiştir. Neml karınca demektir. Sûrede; hazret-i Mûsâ, Dâvûd , Süleymân, Sâlih ve Lût aleyhimüsselâmın kıssaları, kıyâmet alâmetleri bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Kurtubî)
Allahü teâlâ Neml sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Ey Resûlüm!) de ki: Göklerde ve yerde olan kimse gaybı bilmez. Ancak Allah bilir. (Âyet: 65)
Kim Neml sûresini okursa, Süleymân aleyhisselâmı tasdîk eden ve yalanlayanların adedinin on katı sevâb kazanır. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

NEMMÂM:
Söz taşıyan, koğuculuk yapan. Duyulması istenmeyen bir sözü başkalarına götürüp söyleyen.
Nemmâm Cennet'e giremez. (Hadîs-i şerîf-Tebyîn-ül-Mehârim)
Size en fenânızı haber vereyim. Nemmâmlık edenler, aranızı bozanlar ve insanları birbirine düşürenlerdir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Şunu iyi bil ki; sana birisi hakkında nemmâmlık eden, senin hakkında da başkasına nemmâmlık eder. (Hasan-ı Basrî)
Nemmâm, sihir yapan büyücüden daha kötüdür. Çünkü büyücünün bir ayda yapamadığını nemmâm bir anda yapar. (Yahyâ bin Eksem)
Kabir azâbı en çok dünyâda üstüne idrâr sıçratanlara ve müslümanlar arasında nemmâmlık yapanlara olacaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Nemmâmı dinleyen kimse, onu tasdik etmemelidir. Zîrâ nemmâmın İslâm'da şehâdeti kabûl edilmez. İkinci olarak Nemmâmı nemmâmlık yapmaktan men etmelidir. Zîrâ münkiri nehy vâcibdir. Üçüncü olarak nemmâmlık edilen şahsa nemîme sebebiyle sûizan etmemelid ir. Zîrâ müslümana sûizan haramdır. Dördüncü olarak nemmâmın haber verdiği şeyi tecessüs etmemeli araştırmamalıdır. Zîrâ tecessüs haramdır. Beşinci olarak nemmâmın haber verdiğini nemmâm gibi başka bir kimseye ihbâr etmemelidir. (M. Ma'sûm Fârûkî)
Nemmâmın sözünü dinlemek, nemmâmlıktan daha kötüdür. Zîrâ gıybete yol açmaktır. (Mus'ab bin Züheyr)

NESÂİK:
Kesilen kurbanlar. Nesîke kelimesinin çoğuludur.
Kurbanlarınızı büyük yapınız. Yâhut yağlı yapınız. Muhakkak ki nesâik, sırât üzerinde sizin binekleriniz olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Riyâdünnâsihîn)

NESEB:
Soy, şecere. Çocuğu ana ve babaya bağlayan kan bağı. Ekseriya baba yönünden olan yakınlık için kullanılır. Babalar ve yukarıya doğru büyük babalar ile oğullar ve aşağıya doğru oğullar arasındaki alâkaya amûdî yakınlık; erkek kardeşler ile bunların oğ ulları ve amca oğulları arasındaki alâkaya ufkî yakınlık denir.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Hem o Allah'tır ki, o (hakir) sudan bir insan yaratıp onu neseb ve sıhriyyet (evlilikle olan hısımlık) akrabâlıklarına ayırdı. Rabbinin her şeye gücü yeter. (Furkân sûresi: 54)
Peygamber efendimizin nesebi hazret-i İbrâhim'in oğlu hazret-i İsmâil'e müntehîdir (ulaşır). (İbn-i Hişâm)
Kibrin başlıca yedi sebebi vardır. İlim, ibâdet, neseb, cemâl (güzellik), kuvvet, mal ve mevki. Bu sıfatlar câhillerde bulununca kibre sebeb olur. (M. Hâdimî)
İnsanın şerefi (kıymeti, üstünlüğü) ilim ve edeb iledir; mal ve neseb ile değildir. (Muhammed Ma'sûm)

NESH:
Emir ve yasaklarla ilgili şer'î (dînî) bir hükmün, ondan sonra gelen şer'î bir delîl (hüküm) ile kaldırılması, yürürlülük zamânının sona erdiğinin haber verilmesi, açıklanması. Hükmü kaldırılan delîle, nâsih; kaldırılan hükme mensûh denir.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevvereye hicret ettikten sonra bir müddet Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya yönelerek namaz kılmışlardı. Bu, Resûlullah'ın fiilî (işle ilgili) bir sünneti idi. Sonra bu sünnet, " (Ey Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem!) Senin, yüzünü göğe doğru çevirdiğini görüyoruz. Bunun için seni hoşnud olduğun kıbleye çevireceğiz. Şimdi, yüzünü (Mekke-i mükerremedeki) Mescid-i haram (Kâbe) tarafına çevir. Nerede bulunursanız bulunun yüzünüzü o mescid tarafına çevirin." meâlindeki Bekara sûresinin yüz kırk dördüncü âyet-i kerîmesi ile nesh edilmiştir. (Fahreddîn Râzî)
Muhammed aleyhisselâm peygamberlerin aleyhimüsselâm sonuncusudur. O'nun dîni bütün dinleri nesh etmiştir. O'nun kitâbı, geçmiş kitabların en iyisidir. Önceki şerîatlerin (hak dinlerin) hepsini kendinde toplamıştır. O'nun şerîatı kıyâmete kadar bâkidi r (devâm edecektir). Kimse tarafından değiştirilmiyecektir. Îsâ aleyhisselâm gökten inecek, O'nun şerîati (dîni) ile amel edecek, yâni O'nun ümmeti olacaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Nesh, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hayatta iken olur. Nesh, kıssalarda ve haberlerde olmaz. Fen bilgilerinde ve hesab ile bulunan bilgilerde de olmaz. Yalnız emir ve yasaklarda olur. Neshin şartı, nâsihin (hükmü kaldıranın) ya kita b (Kur'ân-ı kerîm) veya sünnet olması lâzımdır. İcmâ ile kıyâs, nâsih ve mensûh olamaz. Hanefîlere göre kitab kitab ile, sünnet sünnet ile, sünnet, kitab ile, kitab da mütevâtir veya meşhûr sünnet ile nesh edilmiş olabilir. (İbn-i Âbidîn)
Bir hükmün nâsih veya mensûh olduğu ya Peygamber efendimizin bildirmesi ile veya Eshâb-ı kirâmın açıkça bildirmesi ile veya iki müteâriz (birbirine aykırı) delîlin (âyet-i kerîmenin) nüzûl (inmesi) veya hadîs-i şerîflerde vürûd (gelme, buyrulma) târi hleri ile veya hakkında icmâ vukû bulması ile bilinir. İctihâd ile bilinmez. (Molla Hüsrev, Hâdimî)
Allahü teâlâ kulları hakkında dilediği gibi tasarruf edebilir; kullarını bir zaman bir hükme, başka bir zaman da başka bir hükme tâbi tutabilir. Buna kimse îtirâz edemez. Allahü teâlâ, hikmet sâhibi ve kullarına çok merhâmetli olduğu için, kullarının fâideleri için bâzı hükümleri nesh edebilir. Zamânın değişmesi ile insanların maslahatları, faydalarına olan şeyler değişebileceği için, bâzı hükümlerde neshin meydana gelmesi aklen câizdir, mümkündür. Bu durum naklen de mümkündür ve olmuştur da. Nitekim, Âdem aleyhisselâm zamânında kız kardeşle evlenmek câiz iken, ondan sonra gelen şerîatlerde (hak dinlerde) bu husus nesh edilmiştir. Yine Yâkûb aleyhisselâm zamânında iki kız kardeşi bir erkeğin alması câiz iken, İslâmiyet bunu nesh etmiştir. (Fahreddîn Râzî, İmâm-ı Süyûtî)

NESÎ:
Yer değiştirmek, geri bırakmak; Eşhur-ül-hurum (haram aylar) denilen ayları değiştirmek, geri almak.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Nesî, küfürde ziyâde olmaktır. Kâfirler bununla aldatılır. Bir ayı helâl sayarlar. Başka sene ise, bu ayı haram sayarlar. (Tevbe sûresi: 38)
İslâmiyet'in ilk zamanlarında ve İslâmiyet'ten evvel, kamerî sene aylarından Recep, Zilkâ'de, Zilhicce ve Muharrem aylarında harp etmek haram idi. İslâmiyet'ten evvel, Arablar Receb veya Muharrem aylarında harp edebilmek için, ayların yerini değiştir ir, ileri veya geri alırlardı. Peygamber efendimiz Vedâ hutbesinde nesînin kalmadığı husûsunda; "Ey Eshâbım! Haccı tam zamânında yapıyoruz. Ayların sırası, Allahü teâlânın yarattığı zamandaki gibidir" buyurdu. (Ali Cürcânî, Halebî)

NESTÛRİYYE:
Hıristiyanlıktaki fırkalardan biri.
Nestorius, hıristiyanlığın Nestûriyye fırkasını kurdu. Mîlâdın 428. yılında Kostantiniyye (İstanbul) patriği oldu. İstanbul'da yapılan toplantıda bunun kitabı incelendi, kabûl edildi. Nestûriyyeye göre Allah birdir. Allahü teâlânın vücûd, hayât ve il im sıfatlarından ilm uknumu (kelimesi) hazret-i Îsâ'ya hulûl etmiş (girmiş), ilâh olmuştur. Hazret-i Meryem ilâh anası değil, insan anasıdır. Hazret-i Îsâ Allah'ın oğludur. (Peygamberler Târihi Ansiklopedisi)
Nestûriyye fırkasının fikirleri şark (doğu) memleketlerinde yayıldı. Mîlâdî 431 yılında Efesus (Efes)'ta kurulan dördüncü papas meclisi, Nestûriyye fırkasının kurucusu olan Nestorius'un fikirlerini red etti ve Nestorius'u tekfir etti (îmânsız olduğun u kabûl etti). Mısır'a giden Nestorius, M. 439'da orada öldü. (İbrâhim Fasîh)

NEŞR:
1.Âhirette, ölülerin diriltilip, hesâbları görüldükten sonra, cennetliklerin Cennet'e ve cehennemliklerin Cehennem'e dağılmaları. (Bkz. Haşr)
Resûlullah efendimizin; kabir ve kıyâmet hâllerinden, haşrdan (ölülerin kabirlerinden kalktıktan sonra, Arasât meydanında toplanmasından) ve neşrden, Cennet'ten ve Cehennem'den haber verdiği şeylerin hepsi doğrudur. Âhirete (öldükten sonraki âleme) inanmak, Allahü teâlâya inanmak gibi, îmânın şartıdır. Âhireti inkâr edenin, Allahü teâlâyı inkâr etmiş gibi îmânı gider. (Ahmed Fârûkî)
Bütün peygamberlerin dinlerinin aslı, temeli birdir. Başka başka değildir. Hep aynı şeyi söylemişlerdir. Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları, haşr (mezardan kalkınca, Arasât meydanında toplanmak) ve neşr, peygamberler ve melek gönderilmesi ve melekle k itâb gönderilmesi, Cennet'in sonsuz nîmetleri ve Cehennem'in sonsuz azâbları ile ilgili söyledikleri hep aynıdır. Sözleri birbirine uygundur. (Ahmed Fârûkî)
2.Yayma, dağıtma.
Bir kimseden iyilik gören, onu neşretsin. Böyle yaparsa şükrânda bulunmuş olur. Aksine gizlemeğe çalışırsa, nankörlük etmiş olur. (Hadîs-i şerîf-Edeb-üd-Dünyâ ved-Dîn)
Bid'atler (dinde sonradan çıkan yenilikler) yayılıp, sünnetler terk edildiği zamanda, İslâm ilimlerinin tahsîli (öğrenilmesi) ve neşri, en mühim işlerdendir ve Muhammed aleyhisselâmın sünnetini (dînini) yaymak en önemli maksaddandır. (Muhammed Ma'sûm)
Ortaçağda Endülüs'te ortaya çıkan parlak medeniyyet, Endülüs'ün dışına taşarak, Avrupa'ya yayıldı. Endülüs'teki medeniyyeti gören kâbiliyetli bâzı Avrupalılar ortaya çıktı. İslâm âlimlerinin kitâblarını, Avrupa lisanlarına tercüme ettiler. Bunların t ercüme ederek neşr ettikleri kitablar sâyesinde, Avrupa halkı cehâlet (bilgisizlik) uykusundan uyanmağa başladı. (Harputlu İshâk Efendi)

NEÛZÜ BİLLAH:
"Allahü teâlâya sığınırız" mânâsına, tehlikeli hâllerden ve îmânı gideren şeylerden sakınma ve korkma mânâsını ifâde eden bir söz.
Bir kimse, İslâm'ın beş şartından birini inkâr ederse, yâni inanmaz, kabûl etmezse, yâhut alay eder, saygı göstermezse neûzü billah îmânı gider. (M. Hâlid-i Bağdâdî)

NEVÂDİR HABERLER:
Hanefî mezhebi imâmlarından İmâm-ı Muhammed'in (El-Keysâniyyât), (El-Hârûniyyât), (El-Cürcâniyyât), (Er-Rukıyyât) adındaki kitablarıyla bildirilen din bilgileri, haberler.
Nevâdir haberler açıkça ve sağlam gelmiş olmadığından, bu haberlere zâhir olmayan haberler de denir. Hanefî mezhebinin bilgileri üç yoldan gelmiştir. 1)Usûl zâhir (açık) haberler, 2)Nevâdir haberler, 3) Vâkı'ât haberleri (İmâm-ı a'zâm, İmâm-ı Muhamme d ve İmâm-ı Ebû Yûsuf'un talebelerinden ve talebelerinin talebelerinden gelen bilgiler. (İbn-i Âbidîn)

NEVRÛZ GÜNÜ:
Mecûsîlerin (ateşe tapanların) Martın yirmi birinde kutladıkları mecûsî bayramı.
Nevrûz günü, mecûsîlerin bayramıdır. O gün mecûsîlerin yanına gidip, onların yaptıklarını yapmak küfürdür (dinden çıkmaktır). O gün bayram yapan müslümanların îmânı gider de haberi olmaz. (Dâmâd, İbn-i Nüceym)
Nevrûz gününü bayram îlân eden, Cemşid adında eski bir İran pâdişâhıdır. Cemşid İran'da ilk hükûmet kuran Pişdâd oğullarının dördüncü hükümdârı olup, Şehnâme'ye göre yedi yüz sene saltanat sürmüştü. Beş yüz yıl İran'da kimse hasta olmamış, bunun için milleti kendine taptırmıştır. Mart'ın yirmi birinci günü tahta çıktığı için, bu günü, nevrûz diyerek, yılbaşı ve dînî bayram yapmıştır. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Nevrûz veya mihrican (Eylül'ün yirmi üçüncü) günlerinde bunların isimlerini söyleyerek hediyye vermek haramdır. Bu günleri bayram bilerek bir şeyi vermek küfr (dinden çıkmak) olur. (Alâüddîn Haskefî)

NEY:
1. Kamıştan yapılan içi boş bir çalgı âleti.
Allahü teâlânın aşkı ile dolmuş. Evliyânın büyüklerinden olan Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh) ney ve başka hiçbir çalgı çalmadı. Mûsikî dinlemedi ve raks, dans etmedi. (Âbidîn Paşa)
Abdullah bin Ömer (radıyallahü anhümâ) ile berâber gidiyorduk. Ney sesi işittik. Abdullah, kulaklarını parmakları ile kapattı. Oradan hızla uzaklaştık. "Ney sesi işitiliyor mu?" dedi. "Hayır işitilmiyor" dedim.Parmaklarını kulaklarından çekti ve "Res ûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) de böyle yapmıştı" dedi. (Nâfi)
2. İnsan-ı kâmil, İslâm dîninde yetişen kâmil yüksek insan.
Mesnevîde geçen ney kelimesi, insan-ı kâmil mânâsındadır. Bu benzetmede bâzı hikmetler mevcuttur. Meselâ neyin sesi kendiliğinden çıkmadığı gibi, kâmil insanın hareketleri ve sözleri de hep Allahü teâlânın ilhâmı iledir. İnsan-ı kâmilin hikmet dolu s özlerini işitip, dinleyenler kalblerini dünyâya bağlamaktan kurtarırlar ve ilâhî aşkları artar. Ney'in görünüşü dosdoğrudur. Kâmil insan olan Allah adamlarının da her hâli dosdoğru, ve güzel huylar sâhibidir ve Allahü teâlânın ihsânlarına kavuşmuştur. İhsânlarla donatılmıştır. (Âbidîn Paşa) Dinle neyden nasıl anlatıyor Ayrılıklardan şikâyet ediyor.
(Mevlânâ Celâleddîn Rûmî)

NEZR:
Adak yâni bir isteğin yerine gelmesi ve bir korkunun giderilmesi için, farz veya vâcib olan bir ibâdete benzeyen ve başlı başına ibâdet olan bir işi yapacağına dâir Allahü teâlâya söz verme. Mutlak ve muayyen olmak üzere iki kısımdır.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Nezirlerini yerine getirsinler. (Hac sûresi: 29)
Kim tâat (ibâdet) olan bir şeyi nezr ederse, onu yapsın. Günâh olan bir şeyi nezrederse onu yapmasın. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Namaz, oruç, hacca gitmek ve başka ibâdetler nezr olunur. Nezr, ibâdettir. Nezrin yerine getirilmesini İslâmiyet emretmektedir. Getirilmezse günâh olur. (İbn-i Âbidîn)
Talakta (boşanmakta), nikâhta ve nezrde niyetsiz, düşünmeden söylemek ciddî istiyerek söylemek gibidir. Nezrin yerine getirilmesi vâcibtir. (İbn-i Âbidîn)
Fakir olsun, zengin olsun, nezr eden, nezr edilerek kesilen hayvanın etinden yiyemez. Zekât vermesi câiz olmayanlara yediremez. Yedirirse, yenilen etin kıymetini fakirlere sadaka olarak verir. (Alâüddîn-i Haskefî)
Hayvan kesmeği nezr ederken, kurban denirse, Kurban bayramında kesmesi lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)

Nezr Kurbanı:
Allah rızâsı için, bir koyun veya şu koyunu kurban etmek adağım olsun diyen zengin veya fakir kimsenin Kurban bayramında kesmesi gereken kurban.
Nezr kurbanının belli üç günde yâni Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günlerinde kesilmesi lâzımdır (vâcibtir). Bu günler gelmeden önce kesilirse, Kurban değildir ve nezr yerine getirilmiş olmaz. Nezir kurbanı belli üç günde kesilmedi ise, altın ve gümüş olarak değeri veya diri olarak kendisi fakirlere verilir. (İbn-i Âbidîn)

Nezr-i Muayyen:
Hastam iyi olursa, Allah için şu kadar sadaka vermek ve sevâbını falan velîye bağışlamak adağım olsun diye bir şarta bağlanarak yapılan adak.
İstenilen şart meydana gelince, nezri yerine getirmek lâzım olur. Nezr-i muayyen, şart edilen şeye karşılık olarak yapılmamalı Allahü teâlâya şükür olarak yapılmalıdır. (Alâüddîn-i Haskefî)
Nezr-i muayyende adak niyet ederken; Yâ Rabbî! Hastamı iyi edersen, falan velînin türbesi yanındaki fakirlere şu parayı senin için adak ettim. Sadaka sevâbını da bu velînin rûhuna bağışladım, demelidir. Fakirlere sadaka edilmeyen mal, adak değildir. (Alâüddîn-i Haskefî)

Nezr-i Mutlak:
Şarta bağlı olmadan yapılan adak.
Allahü teâlâ için bir sene oruç tutacağım demek Nezr-i mutlak olup bunu söylerken kasd (niyet) etmese söz arasında dilinden çıkmış olsa bile yapması vâcibdir. (Alâüddîn-i Haskefî)

NISF:
Yarım, yarı. İslâm mîrâs hukûkunda eshâb-ı ferâiz adı verilen yâni Kur'ân-ı kerîmde payları bildirilenlerden bâzı kimselere verilen yarım hisse.
Meyyitin (ölen kişinin) oğlu yok ise, kızı mîrâsın nısfını alır. (M. Mevkûfâtî)

Nısf-ül-Leyl:
Gece yarısı yâni Akşam namazının girişi ile, sabah namazının girişi arasındaki vaktin ortası.
Yatsı namazını nısf-ül-leylden sonra kılmak ve böylece gece namazı sevâbını da düşünmek çok yanlıştır. Çünkü dört hak mezhebden biri olan Hanefî mezhebindeki imâmlara (derin âlimlere) göre yatsı namazını nısf-ül-leylden sonra kılmak mekrûhtur. (Ahmed Fârûkî)

Nısf-ün-Nehâr:
Gün ortası.
Gölge nısf-ün-nehâr hattından ayrılınca, öğle namazının vakti başlar. (İbn-i Âbidîn)
Güneş doğarken, batarken ve nısf-ün-nehârda kılınmaya başlanan namazlar sahîh olmaz. Öğle vaktinden önceki yirmi dakika, kerâhet yâni namaz kılmanın haram olduğu vakittir. (İbn-i Âbidîn)

NİFÂK:
1. Münâfıklık; kalbiyle, îmân etmediği hâlde inanmış görünmek; için dışa uymaması, kâfir. (Bkz. Münâfıklık)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Bedevîler, küfür ve nifak bakımından hem daha beter, hem de Allahü teâlânın Resûlüne indirdiği sınırları tanımamaya daha lâyıktır (onlar buna daha müsâittirler) . Allahü teâlâ, alîmdir, hakîmdir. (Tevbe sûresi: 97)
Kalbinde küfür olan kimsenin mü'min olduğunu söylemesi, dinde nifâk olur. Kalbinde düşmanlık olup, dostluk göstermek dünyâ nifâkı olur. Küfrün en kötüsü, dinde nifâk yapmaktır. (Muhammed Hâdimî)
2. Dışı içine uymayan, iki yüzlü.
Suyun buzu eritmesi gibi nifâk da kalbi eritir. (Hadîs-i şerîf-Tebyîn-ül-Mehârîm)
Nifâk sâhiblerinde bulunan günâhlar bildirilmiş olsa idi, yeryüzünde basacak yer kalmazdı. (Hasen-i Basrî)

NİFÂS:
Lohusalık hâli. Kadınların doğumdan sonraki özür hâlleri.
Elleri, ayakları, başı belli olan düşükte gelen kan da nifâstır. Nifâs zamânının azı yoktur. Kan kesildiği zaman, gusül edip namaza başlar. En çok zamânı Hanefî mezhebine göre kırk gündür. Kırk gün tamam olunca, kan kesilmese de gusl edip namaza başl ar. (İbn-i Âbidîn)
Nifâs günlerinde namaz, oruç, câmi içine girmek, Kur'ân-ı kerîm okumak ve tutmak, Kâbe'yi tavâf, cimâ' haram olur. Oruçları kazâ eder, namazları kazâ etmez. (İbn-i Âbidîn)

NİGÂHDÂŞT:
Kalbde yalnız Allahü teâlâyı anıp, O'ndan başka her şeyi unutma hâlinin devâmını muhâfaza.
Nigâhdâşt, bir sâlike (tasavvuf yolundaki kimseye) bir saat veya iki saat veya daha çok müyesser (nasîb) olduğu taktirde artık mâsivâ (Allahü teâlâdan başka şeyleri) onun hatırına, düşüncesine yol bulamaz. (Seyyid Abdülhakîm)

NİKÂH:
Evlilik için yapılan akit, sözleşme. Evlenecek müslüman bir erkek ile kadının şâhidler huzûrunda ben seni zevceliğe (hanımlığa) aldım, diğerinin de kabûl ettim demesi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Size) helâl olan kadınlardan nikâh ediniz. (Nisâ sûresi: 3)
Nikâh yapmak benim sünnetimdir. Sünnetimden yüz çeviren benden değildir. (Hadîs-i şerîf-Menâhic-ül-İbâd)
Nikâhlanın, çoğalın! Kıyâmet günü, ümmetlere karşı sizinle övüneceğim. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Nikâhtan önce kızı görmek sünnettir ve iyi geçinmeyi sağlar. (Saîdeddîn Fergânî)
Âdem aleyhisselâmdan beri bütün ümmetlerdeki evlenmelerde nikâh yapılması devâm etmiş, kaldırılmamıştır. Her ibâdet gibi nikâhın da sahîh olması için, nikâh yapılırken niyet etmek lâzımdır. Yâni nikâhlanacakların, Allahü teâlânın emri ile Peygamberim izin sünnetine uyarak nikâh yapıyorum diyerek kalblerinden geçirmelidirler. (Süleymân bin Cezâ ve Saîdeddîn Fergânî)
Nikâhsız evlenmek haramdır. Nikâh lâzım olduğuna ehemmiyet (önem) vermiyenin îmânı gider. (Abdullah-ı Mûsulî)
Âkıl ve bâliğ (ergenlik çağına gelmiş) bir kız ile oğlanı nikâh ettiklerinde, kendilerine îmânın şartları sorulduğunda bilemeseler, bunların nikâhı geçerli olmaz. Çünkü bunlar îmânı bilmediklerinden müslüman olmazlar. (İbn-i Âbidîn)

Nikâh-ı Müt'a:
Şâhidsiz olarak, bir kadınla belli para verip, belli zaman için berâber yaşamağı sözleşmek. (Bkz. Müt'a Nikâhı)
Nikâh-ı müt'a, Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheblerinde haramdır. (Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)

NİKÂR:
Tasavvuf yolunda ilerliyenlerin birbirlerine emr-i ma'rûf nehy-i anil-münker yapmaları yâni Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmeleri.
Tasavvuf ehli arasında nikâr kalkınca bunlarda hayır kalmaz. (Ebü'l-Hasen Ali bin Muhammed Müzeyyen)

Nİ'MET (Nîmet):
İyilik, rızık, saâdet.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Her nîmetin şükründen muhakkak sorulacaksınız. (Tekâsür sûresi: 8)
Allahü teâlâ bir kulunu nîmetlendirirse, o nîmetinin eserini kulunun üzerinde görmek ister. (Hadîs-i şerîf-Kenz-ül-Ummâl)
Bir müslüman üç şeyde bulunursa, Allahü teâlâ onu muhâfaza ve himâye eder, onu sever, merhamet eder. Nîmete şükr etmek, zâlimi affetmek, gadaba gelince gadabını yenmek. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Çoğunlukla bolluk ve nîmetler içinde bulunanlar, bu nîmet gitmedikçe, bunun kıymetini ve değerini anlayamazlar. (Ali Havvâs Berlîsî)
Nîmetlerin başı üç nîmettir. Birincisi bütün iyilikleri içine alan İslâm nîmetidir. İkincisi hayâta tad veren sıhhat ve âfiyet nîmetidir. Üçüncüsü insana faydalı olan (azdırmayan) zenginliktir. (Ebû Yûsuf)
Bir kimsenin saçının sakalının siyahlığını îmân ile ve ibâdetler ile ağartması ne büyük nîmettir.
Nîmet ne kadar çok ise şükür etmek lüzumu da çok olur. Zenginlerin zenginlik derecesine göre fakirlerden daha çok şükür etmesi lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Sıkıntılara sabretmeyen kimsede rızâ yoktur. Nîmetlere şükretmeyen kimsede kemâl (olgunluk, yükseklik) yoktur. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ârifler (Allah adamları, Allahü teâlânın sevdikleri) Allahü teâlâya muhabbet, takdîrine rızâ (Allah'tan gel enleri hoş karşılayarak) ve O'nun nîmetlerine şükür ederek maksada kavuşmuşlardır. (Ebû Ali Sakafî)
Nîmetlerin en iyisi çalışarak kazanılandır. (Ebü'l-Hasen-i Harkânî)
Her nîmet bir külfet (zorluk) karşılığıdır. (Atasözü)

NİSÂ SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin dördüncü sûresi.
Nisâ sûresi, Medîne'de nâzil oldu (indi). Yüz yetmiş altı âyet-i kerîmedir. Nisâ, kadınlar demektir. Sûrede; toplum içinde kadınların hukûkî ve ictimâî yer ve değerlerinden bahsedildiği için, Sûret-ün-Nisâ denilmiştir. Sûrede; İslâmiyet'te âile, kadı n ve kadın hakları, müşrikler ve ehl-i kitâbın sapık inançları, savaş yüzünden babalarını kaybeden yetimlerle dulların hukûku ve mîrâs hükümleri bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Kurtubî)
Allahü teâlâ Nisâ sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Ey insan! Sana gelen her iyilik, Allahü teâlânın ihsânı ve nîmeti olarak gelmektedir. Her dert ve belâ da kötülüklerine karşılık olarak gelmektedir. Hepsini yaratan ve gönderen Allahü teâlâdır. (Âyet: 78)
Ey îmân edenler! Kadınlara zorla vâris olmanız size helâl değildir. Apaçık bir edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğiniz mehrin bir kısmını ele geçirmeniz için de kadınları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (biliniz ki) Allah'ın, hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz. (Âyet: 19)

NİSÂB:
Dinde zenginlik ölçüsü. İslâm dîninde, zenginlik ile fakirlik arasındaki maddî sınır.
Altının nisâbı (Hanefî mezhebinde)yirmi miskal (96 gram)dır. (Kâşânî)
Zekât vermenin farz olması için, zekât malının nisâb miktârı olduktan îtibâren bir hicrî sene sonra da mülkünde bulunması lâzımdır. (Kâşânî)
Ödünç alma karşılığı olan borçlar ve zekât vermek farz olduğu günden önce ödeme zamânı gelmiş olan müeccel (taksitli) kul borçları nisâb hesâbına katılmaz. (İbn-i Âbidîn)
Yiyecek, içecek, giyecek ve barınacak ev gibi lüzumlu nafakayı satın almak için saklanan altın, gümüş ve kâğıt paranın hepsi nisâb hesâbına katılır. (İbn-i Âbidîn)
Ticâret eşyâsının altın ve gümüş üzerinden kıymetleri, nisâb miktârını bulmaz ise ve yanında altın veya gümüş de varsa, eşyânın kıymeti altın veya gümüş kıymetine eklenerek nisâb tamamlanır. (İbn-i Âbidîn)
Ticâret eşyâsının zekâtı, altın nisâbına göre verilir. İhtiyaç eşyâsından ve kul borçları çıkarıldıktan sonra kalanın kırkta biri (yüzde iki buçuğu) zekât olarak verilir. (İbn-i Âbidîn)

NİSBET:
1.Soy bakımından bağlılık, mensub olma.
Kendisini babasından başkasına nisbet eden, Cehennem'e hazırlansın. (Hadîs-i şerîf-Savâik-i Muhrika)
2. Tasavvufta velî bir zâtla mânevî irtibat, feyz alma, huzûr.
Bir velînin kabrinden feyz almak için, o zâta karşı diri imiş gibi, edeb ve saygı göstermek, kabri üzerine basmamak lâzımdır. O zât mürşîd-i kâmil (yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehber) ise kalbdeki nisbet, geç hâsıl olup, uzun zaman kalır. Mürşîd-i kâmil değil ise hâsıl olan feyz ve nisbet, keskin olup çabuk gelip geçicidir. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
Bâtındaki yâni kalbdeki nisbetin artmasına çalışınız. Allah ismini bâzan da kelime-i tehlîli (yâni lâ ilâhe illallah sözünü) çok zikr ederek, bâzan salevât getirerek, Kur'ân-ı kerîm okuyarak Allahü teâlâya yaklaşmağa çalışınız. (Abdullah-ı Dehlevî)
Resûlullah'a uymak, Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdında bulunmak ve bu büyüklerin nisbetini kalbinde saklamak, dünyânın her nîmetinden iyidir. (Muhammed Hâşim-i Keşmî)
Büyüklerimizin yolu, Allahü teâlâya kavuşturan yolların en kısasıdır. Başka yolların sonunda ele geçenler, bu yolun başında olanlara tattırılmaktadır. Bunların nisbeti, başkalarının nisbetinin üstündedir. Bütün bu üstünlükler, bu yolda sünnete yapışm ak ve bid'atten (dinde sonradan çıkarılan şeylerden) sakınmak bulunduğu içindir. (İmâm-ı Rabbânî)

NİYÂBET:
1.Vekillik.
Allahü teâlâ bir hac ile üç kişiyi Cenet'e koyar. 1) Vasiyet edeni, 2)Vasiyeti yerine getireni, 3) Niyâbeten hacca gideni. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Hac gibi, hem mâlî ve hem bedenî olan ibâdette, bir kimsenin malı olur fakat hac etmeye gücü yetmemesi (âcizlik) ve devamlı özürlü olması hâlinde niyâbet câiz, gücü ve kuvveti varken niyâbet câiz değildir. (M. Zihni Efendi)
2. Kâdı vekilliği, kâdılık.
Kıyâmet günü hesâba çekileceklerin ilki kâdılardır. Niyâbet makâmında olanların bâzı hasletleri olması lâzımdır. Yaptığı işi sevmesi, sağlam görüşlü ve azimli olması, gâfil bulunmaması, doğruluktan ayrılmayıp ciddî olması, âcizlik, yumuşak olması, is raf etmeden cömert olması, siyâset ve idâresi ilme dayanması, adâletli ve affı çok olması lâzımdır. (Seyyid Alizâde)

NİYÂZ:
Yalvarma, yakarma, dilekte bulunma, isteme.
Bütün hamd ve senâlar Allahü teâlâya mahsustur. O'na hamdeder, O'ndan yardım dilerim. O'ndan af niyâz eder, O'na inanırım, O'na güvenirim. Hidâyeti Allahü teâlâdan bekler; sapıklık, düşüklük, şüphe ve basîretsizlikten O'na sığınırım. Allahü teâlânın istikâmet (doğruluk) nasîb ettiği kimse, dosdoğru yol alır. O'nun saptırdığı kimse ise, ne bir dost ne de bir rehber bulabilir... (Hazret-i Ebû Bekr)

NİYYET (Niyet):
Kasd etme, kalbin bir şeye yönelmesi. İbâdetleri, emre itâat ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için yaptığını kalbinden geçirmek.
Ameller (iş, ibâdet) , niyete göre iyi veya kötü olur. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Kul, birçok iyi ameller işler. Bu ameller mühürlü bir zarf ile melekler tarafından Allah'a yükseltilir ve bu zarf Allah'ın huzûruna konur. Allahü teâlâ; "Bu zarfı atınız, zîrâ bunun içindeki amel, benim rızâm için yapılmamıştır" buyurur. Sonra Allahü teâlâ melekleri çağırır ve; "Şu şu amelleri ona yazınız" buyurur. Melekler; "Yâ Rabbî! O bunların hiçbirini yapmadı" derler. Allahü teâlâ; "Yapmadı ama, yapmaya niyet etti" buyurur. (Hadîs-i şerîf-Dâre Kutnî)
Niyet her şeyin başıdır. Hayırlı işler, iyi niyetlerle, güzel maksadlarla yapılırsa, sevâbı çok olur. Böyle kimseye, Allahü teâlâ doğruluk, sıhhat ve başka birçok nîmetler ihsân eder. Kimin niyetinde zayıflık bulunursa, bildirilen faydalara kavuşamaz . (Ebû Ali bin Kâtib)
Niyet kalb ile olur. Ağız ile niyet etmek bid'attir. Bu bid'ate hasene demişler. Halbuki bu bid'at yalnız sünneti yok etmekle kalmıyor, farzı da yok ediyor. Çünkü, çok kimseler, yalnız ağız ile niyet ederek, kalb ile niyet etmiyorlar. Böylece, namazı n farzlarından biri olan kalb ile niyet yapılmıyor. Namaz kabûl olmuyor. Bu fakir, hiçbir bid'ati, hasene (güzel) olarak bilmiyorum. Hiçbir bid'atte güzellik görmüyorum. (İmâm-ı Rabbânî)
Kıymetli oğlum! Mübahların fazlasından sakınmalısın. Mübahları lüzumu kadar kullanmalısın. Bunları da Allahü teâlâya kulluk etmek niyyeti ile yapmalısın. Meselâ, bir şey yirken dînin emirlerini yerine getirmek için kuvvetlenmeğe, giyinirken örtünmeğe ve soğuktan, sıcaktan korunmağa niyyet etmeli ve her mübah için ve ders çalışırken böyle gerekli niyyetler yapmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

NİZÂM:
Düzen, uygunluk.
İnsan, etrâfını meselâ yerleri, gökleri ve yıldızların boşlukta döndüklerini, asırlar boyunca, çarpışmadıklarını, yeryüzünde, sıcaklık, basınç, hava, su miktârlarının; yapılarının, hareketlerinin tam, hayata uygun olarak ayarlanmış olduğunu, insanlar ın hayvanların, nebâtların (bitkilerin), cansız maddelerin, atomların, hücrelerin kısaca lise ve üniversitelerde okunan, tedkîk edilen, incelenen sayısız varlıkların yapılarındaki ve hareketlerindeki nizâmı görerek bunları yapan, yaratan, kudretli, bilgili bir sâhibin bulunduğunu, ister istemez kabûl etmek, O'na inanmak zorunda kalır. Aklı olan kimse, kâinattaki bu azameti (büyüklüğü), nizâmı görerek hemen Allahü teâlânın varlığına inanır, müslüman olur. (M. Sıddîk Gümüş)

NOEL GECESİ:
Hıristiyanların 25 Aralık veya buna yakın bir târihte Îsâ aleyhisselâmın doğduğunu kabûl ettikleri gece.
Noel gecesi hazret-i Îsâ'nın doğumu kabûl edilen gün olarak bilinmekte ise de Îsâ aleyhisselâmın doğum günü kesin belli değildir. Kudüs civârında dünyâya gelen hazret-i Îsâ'nın doğumu hakkında, o zamâna âit eserlerde, hiçbir bilgiye rastlanmamaktadır . En küçük hâdiseleri bile yazan Roma târihçileri bu hususta derin bir sükût içindedirler. Yunanca, İbrânice eserler yazanlar da aynı şekilde bu konuya ilgisizdirler. Putperestlikten hıristiyanlığa dönen Büyük Kostantin'in yılbaşı olarak kabûl ettiği noel, ilmî ve târihî bir hakîkate dayanmamaktadır. Bu sebeble noel, efsâneden öteye bir mânâ taşımamaktadır. Noel gecesinin ve gününün İslâmiyet'te yeri hiç yoktur. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Bizans imparatoru Büyük Kostantin putperest iken mîlâdın 313. yılında nasrâniyeti kabûl etmiş, bütün İncîl'lerin birleştirilerek yeni bir İncîl'in yazılmasını emretmişti. Yeni yazılan İncîl'e eski dîni olan putperestlikten birçok şey sokturdu. Noel g ecesinin de yılbaşı olmasını kabûl etti. Böylece yeni bir hıristiyanlık dîni kuruldu. (M. Sıddîk bin Saîd)

NOKTA-İ CEVVÂLE:
Dâimî hareket hâlindeki nokta. Dâire şeklinde hızlı dönen bir nokta.
Vehm (zan) ve hayâl, nokta-i cevvâleyi hâricde dâire şeklinde görür. Hâlbuki hakîkatte dâire yoktur. Nokta vardır. Fakat vehm ve hayâl bakımından, hâricde dâirenin bulunması hakîkîdir. Bunun gibi vahdet-i vücûd (Mahlûkâtı tek bir varlık olarak görme) her bakımdan hakîkîdir. Birden ziyâde varlık ise vehm ve hayâl bakımından hakîkîdir. (İmâm-ı Rabbânî)

NÛH ALEYHİSSELÂM:
Kur'ân-ı kerîmde adı geçen peygamberlerden. Peygamberlerin büyükleri olan ve kendilerine Ülü'l-azm denilen altı peygamberin ikincisi. İdrîs aleyhisselâmdan sonra peygamber olarak gönderildi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Muhakkak biz Nûh'u (aleyhisselâm) kavmine resûl (peygamber) olarak gönderdik. (A'râf sûresi: 59)
Biz Nûh'u (aleyhisselâm) kavmine peygamber olarak gönderdik. O, onlara dedi ki:Ben sizi Allahü teâlânın azâbıyla korkutuyorum ve azâbdan kurtuluşun çâresini açıklıyor beyân ediyorum. Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmeyin. Bana muhâlefet etmeniz hâlinde bir gün üzerinize elem verici çok şiddetli bir azâbın gelmesinden korkuyorum. (Hûd sûresi: 25,26)
Nûh (aleyhisselâm) "Bismillah" ve "Elhamdülillah" demeden büyük olsun, küçük olsun herhangi bir iş yapmazdı. Bu sebeple Allahü teâlâ onu "Çok şükredici bir kul" olarak isimlendirdi. (Hadîs-i şerîf-Taberânî, İbn-i Cerîr)
İdrîs aleyhisselâm göke çıkarıldıktan sonra, insanlar azdı. Doğru yoldan ayrıldı. Putlara yâni heykellere tapmaya başladılar. Cenâb-ı Hak bunlara Nûh aleyhisselâmı peygamber olarak gönderdi. O zaman elli yaşında idi. Onları yıllarca dîne dâvet etti, putlara tapmaktan sakındırdı ve Allahü teâlâya ibâdet etmelerini söyledi. Nûh aleyhisselâma kendi oğlu Yâm yâni Ken'ân bile îmân etmedi. Nûh aleyhisselâmı alaya alıp işkence ettiler. Nûh aleyhisselâm onlara bedduâ etti. Allahü teâlâ ona gemi yapmasını emretti. Gemi bitince tûfân oldu. Nûh aleyhisselâm mü'minler (inananlar) ile gemiye bindi. Üç katlı olan gemiye binenlerin sayısı seksen kişi kadardı. Nûh aleyhisselâm gemisine her hayvandan da birer çift aldı. Oğlu Ken'ân'ı da gemiye almak için çağırdı fakat o, ben bir dağa çıkar kurtulurum diyerek gemiye binmedi. Bir dalga gelip oğlunu aldı ve boğdu. Sular dağları aştı. İnsanlar ve hayvanlar telef oldu. Altı ay sonra yağmurlar durdu, sular çekildi. Gemi Irak'taki Cudi dağına oturdu. Nûh aley hisselâma inanıp gemiye binenler kurtuldu. Daha sonra insanlar Nûh aleyhisselâmın; Sâm, Hâm ve Yâfes adlı üç oğlundan türedi (çoğaldı). Bunun için Nûh aleyhisselâma ikinci Âdem aleyhisselâm denildi. Nûh aleyhisselâm bin yaşında vefât etti. (Sa'lebî, Taberî, Nişâncızâde)

NÛH SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yetmiş birinci sûresi.
Nûh sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yirmi sekiz âyet-i kerîmedir. Nûh aleyhisselâmın, peygamber olarak gönderilişi ve mücâdeleleri anlatıldığından sûreye, Sûret-ün-Nûh denilmiştir. Sûrede; Nûh aleyhisselâmın peygamber gönderilmesi, kavmini îmâna d âveti, onların inkârlarında devâm etmeleri ve Nûh tûfânı anlatılmaktadır. (İbn-i Abbâs, Vehb bin Münebbih, Taberî, Sa'lebî)
Allahü teâlâ Nûh sûresinde meâlen buyurdu ki:
Gerçekten biz, Nûh'u kavmine gönderdik. "Kavmine acıklı bir azâb gelmezden önce onları korkut" diye... (Nûh onlara) dedi ki: "Ey kavmim! Muhakkak ki ben, size (azâb ile korkutan) açık bir peygamberim; Allah'a ibâdet edin, O'ndan korkun ve bana da itâat edin." (Âyet: 1-3)
Nûh şöyle demişti: "Ey Rabbim! Kâfirlerden hiç kimseyi yeryüzünde bırakma. Çünkü sen onları bırakırsan, kullarını sapıtırlar ve ancak bir nankör fâcir doğururlar. Rabbim! Beni, ana-babamı, mü'min olarak evime gireni, bütün mü'min erkekleri ve mü'min kadınları bağışla. Zâlimlerin ise, ancak helâkini artır... (Âyet: 26-28)
Kim Nûh sûresini okursa, sanki Nûh'un (aleyhisselâm) dâvetini idrâk eden (kabûl eden) mü'minler gibi olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

NUKÛD:
Basılmış altın ve gümüş paralar. Müfredi (tekili) Nakddır.

NÛR:
1.Aydınlık, ışık, feyz, bereket ihsân.
Kur'ân-ı kerîm okunan evden, arşa kadar nûr yükselir. (Hadîs-i şerîf-Sünen)
Müslümanlıkta beyazlayan kıllar, kıyâmet günü nûr olacaklardır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Ebû Zer-i Gıfârî hazretlerine; "Sana Kur'ân-ı kerîmi okumayı tavsiye ederim. O, senin için yeryüzünde nûr, gökte meleklerin övgüsüdür" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Kitâbu Metcer-ur-Râbih)
Âşıkların kalbleri, Allahü teâlânın ihsân ettiği nûr ile aydınlanır. Konuşurlarsa dudaklarından nûr saçılır. (İsmâil Fakîrullah)
Evlerinizi Allahü teâlâyı anmak sûretiyle nûrlandırınız. Evlerinizi onda namaz kılarak nasîplendiriniz. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, böyle yapanlar gök ehli arasında tanınırlar. Gök ehli; "Falan oğlu falan, evini, Allahü teâlâyı anarak süslüyor" d erler. (Kâ'bü'l-Ahbâr)
Vekî'e (Vekî bin Cerrah'a) unutkanlığımdan şikâyette bulundum. Ma'siyeti (günâhı) terk eyle diye nasîhat etti. "İlim, envâr-ı ilâhiyyeden (ilâhî nurlardan) bir nurdur. Allahü teâlâ, âsî (günah işleyen) kuluna, bu nûru vermedi. (İmâm-ı Şâfiî)
2. Kur'ân-ı kerîm.
O hâlde Allah'a, O'nun peygamberlerine ve indirdiğimiz o nûr'a îmân edin. Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdârdır. (Tegâbün sûresi: 8)
3. Îmân.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlânın nûr vermediği kimsenin nûru olmaz. (Nûr sûresi: 40)
Allahü teâlânın nûr vermediği kimse münevver (nûrlu) olmaz. (Abdülhakîm Arvâsî)
4.Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından. Tam ve kusursuz olarak zâhir olup her şeyi ortaya çıkarıcı, yaratıcı veya göktekileri ve yerdekileri nûru ile hidâyet edici, doğru yolu gösterici, gökleri; güneş, ay ve yıldızlarla yeri; peygamberler aleyhimüssel âm, âlimler, mü'minler (inananlar) ile yâhut bitkilerle ve ağaçlarla tezyîn eden, süsleyen.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ göklerin ve yerin nûrudur. (Nûr sûresi: 35)
En-Nûr ism-i şerîfini söyleyenin kalbi nurlanır. (Yûsuf Nebhânî)

Nûr Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin yirmi dördüncü sûresi.
Nûr sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). Altmış dört âyet-i kerîmedir. Otuz beşinci âyetinde Allahü teâlânın, göklerin ve yerin nûru olduğu bildirildiği için, Sûret-ün-Nûr denilmiştir. Sûrede, zinâ suçu işleyen kadın ve erkekler ile zinâ iftirâsında b ulunanların cezâları, evlere girerken izin istemek, selâm vermek gibi muâşeret kuralları, harama bakmanın kötülüğü, kadınların örtünmeleri ile müslümanların Peygamber efendimize saygı göstermeleri gerektiği bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, İmâm-ı Gazâlî, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ Nûr sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Ey Resûlüm! Mü'minlere söyle, harama bakmasınlar ve avret yerlerini haramdan korusunlar! Îmânı olan kadınlara da, söyle, harama bakmasınlar ve avret yerlerini haram işlemekten korusunlar. (Âyet: 30)

Nûr-ı İlâhî:
İlâhî nûr. Allahü teâlânın ihsân ettiği mânevî aydınlık, mânevî ilim.
Kur'ân-ı kerîmi anlıyabilmeleri için, Allahü teâlâ, müctehîd denilen âlimlere aklî ve naklî ilimleri anlama kuvveti ile keskin zekâ ve çok akıl ve daha nice üstünlükler ihsân eylemiştir. Bu üstünlüklerin başında takvâ (Allahü teâlâdan korkup haramlar dan sakınma) gelmektedir. Bundan sonra kalblerindeki nûr-ı ilâhî gelmektedir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Nûr-ı Nübüvvet:
Peygamberlik nûru.
Sahâbe-i kirâm, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem sohbetiyle şereflenip, ef'âlini ve ahvâlini (işlerini ve hâllerini) gördüler. Her husûsta O'na uyup, yardımcı oldular ve Nûr-ı nübüvvetten doğrudan faydalanarak, herbiri yüksek derecel ere kavuştular. (Abdullah-ı Dehlevî)

Nûr-ı Pâki Muhammedî:
Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) temiz, mübârek nûru.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem her nereye gitmek murâd eylese, O'nun nûr-ı pâki, kendinden evvel varırdı. Her kimin yanında dursa mübârek boyu, dört parmak kadar yüksek görünürdü. (Kutbüddîn İznikî)

NÛRÂNÎ:
Nûrlu, ışıklı, parlak, münevver.
Alev iki kısımdır. Biri zulmânî (karanlık) ikincisi nûrânî. Zulmânî olandan cin, nûrânî olandan ise melekler yaratılmıştır. İnsanlar toprak maddelerinden yaratıldığı hâlde, Allahü teâlâ bu maddeleri, organik ve organize hâle, et ve kemiğe çevirdiği g ibi, melekler ve cinde alev şekli değişerek, onlara mahsûs latîf, her şekle dönebilen bir hâle gelmiştir. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
İmâm-ı Kastalânî, zamânındaki insanların en nûrânî yüzlüsü olup, uzun boylu idi. Kur'ân-ı kerîmi, on dört rivâyet üzere çok güzel okurdu. Okumasından en katı kalbli kişilerin kalbi yumuşar, dayanamayıp gözyaşı dökerlerdi. (Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)

NUSAYRÎ:
Eshâb-ı kirâma (Peygamber efendimizin arkadaşlarına) iftirâ eden şîanın kollarından. On birinci imâm olan Hasen bin Ali Askerî'nin adamlarından olduğunu söyleyen İbn-i Nusayr adındaki bozuk inanışlı kimseye uyanlar.
Eshâb-ı kirâma iftirâ eden şia, üç grupta toplanmaktadır:Birincisi, Tafdiliyye; hazret-i Ali, Eshâbın en üstünüdür, diyorlar. İkincisi, Seb'iyye; Eshâb-ı kirâmdan birkaçından başkası zâlim, kâfir oldu diyorlar. Bunlar, sebbediyor (söğüyor), kötülüyor lar. Üçüncüsü Gulât; hazret-i Ali tanrıdır diyorlar. Sebeiyye ve Nusayriyye fırkaları da böyledir. İbâdet etmezler. (Abdülazîz Dehlevî)

NUSH:
Nasîhat, öğüt. (Bkz. Nasîhat) Nush ile uslanmayanı etmeli tekdîr, Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötektir.
(Ziyâ Paşa)

NUSRET-İ İLÂHÎ:
Allahü teâlânın yardımı, imdâd-ı ilâhî, ilâhî yardım.
Eshâb-ı kirâmdan bâzıları Huneyn gazâsında, askerin çokluğunu görerek, artık biz hiç mağlûb olmayız dedi. Bu sözler Resûlullah'ın mübârek kulağına gelince üzüldü. Bunun için harbin başlangıcında nusret-i ilâhî yetişmeyip, mağlûbiyet başladı. Sonra, c enâb-ı Hak merhamet ederek, zafer nasîb eyledi. (Hâdimî)
Ben demek yâni nefsine güvenmek kendini üstün görmek felâkettir. Nusret-i ilâhînin gelmesine mâni olur. (İmâm-ı Rabbânî)

NÜBÜVVET:
Peygamberlik; insanları Allahü teâlânın beğendiği yola kavuşturmak, onlara doğru yolu göstermek için Allahü teâlâ tarafından seçilmiş kimselere verilen peygamberlik vazîfesi. (Bkz. Nebî)

Nübüvvet Yolu:
Tasavvufta insanları Allahü teâlânın sevgisine, rızâsına kavuşturan iki yoldan birincisi ve en üstünü. Velî bir zâtın sohbetinde yetiştikten sonra arada sebeb ve vâsıta olmadan feyzin, kalb bilgilerinin asıl'dan yâni Resûlullah efendimizden alındığı yol. Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan ikinci yol, vilâyet yolu (sülûk yolu)dur. (Bkz. Vilâyet Yolu)
Nübüvvet yolu aslın aslına kavuşturur. Eshâb-ı kirâm bu yoldan kavuştular. Sonra gelenlerden pek az kimse de bu yoldan maksada ermiştir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri (nübüvvet yoluyla vâsıl olmuş, kavuşmuştur. (Abdullah-ı Dehlevî)

NÜCEBÂ:
Allahü teâlânın tanınıp bilinmeyen velî kullarından bir topluluk.
Nücebâ, insanların imdâdına yetişip, işlerinde dara düştükleri zaman yardımcı olurlar. Onların belâlardan korunmasına sebeb olurlar. (Molla Câmî)

NÜKTE:
1. Güzel mânâlı söz.
Nükte: "Malı seviyorsan yerine sarf et de, sana sonsuz arkadaş olsun. Eğer sevmiyorsan ye de yok olsun." (Abdullah-ı Ensârî)
Nükte yaparken dikkat etmeli, dinleyicilerin yanlış anlıyacağı nüktelerden sakınmalıdır. (Seyyid Alizâde)
2. Derin düşünerek ve zihni yorarak ilmî, edebî veya başka bir söz ve yazıdan çıkarılan ince mânâ. Meselâ bu sözde bir nükte vardır, bu şiirin nüktelerini anlamak kolay değildir, denir.

NÜKÛL:
Dönme, cayma, vazgeçme; bir malı satın aldıktan sonra vazgeçerek satıcıya geri verme.
Ayıplı (özürlü) mal satıcıya iâde edilir, geri verilirse, bu satıcı da, kendine satana geri çeviremez. İkisinden birinin ikrâr (kabûl) etmesi veya nükûl etmesi lâzımdır veya şâhidlerin dinlenmesiyle hâkim karar verir. (Ali Haydar Efendi, Mecelle)

NÜSÜK:
İbâdet. Hac ve umrede yerine getirilmesi lâzım olan işlerin herbiri. (Bkz. Menâsik)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
De ki: "Şüphesiz benim namazım, nüsüküm, hayâtım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. (En'âm sûresi: 162)

NÜZÛL:
İnmek. Tasavvuf yolunda ilerleyerek, sebebler âlemini görmeyip yalnız sebeblerin sâhibini yâni Allahü teâlâyı bilme hâline ulaşan bir velînin insanları irşâd ve terbiye için, tekrar sebebler âlemine inmesi.
İnsanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan rehber ne kadar çok nüzûl ederse, rehberliği, irşâdı (doğru yolu göstermesi de) o kadar kuvvetli olur. İrşâd edebilmek için tâlib (tasavvufta yetişen talebe) ile rehberin yakın olması lâzımdır. Bu da rehb erin aşağı dereceye yâni tâliblerin derecesine nüzûl etmiş olması ile olur. (İmâm-ı Rabbânî)