MEDENİYYET:
Memleketleri îmâr edip, insanları râhat ve huzûra kavuşturmak.
Medeniyyet; tâmir-i bilâd ve terfih-i ibâddır, yâni beldeleri îmâr etmek,
binâlar, fabrikalar yaparak, memleketleri kalkındırmak ve fenni ve her
çeşit gelirleri milletlerin hürriyetleri, râhat ve huzûr içinde
yaşamaları için kullanmak demektir. Bütün insanları rûh, düşünce ve
beden bakımlarından râhat yaşatmaktır. Medeniyet, yalnız ilim ve fen
demek değildir. İlim ve fen, medeniyyet için, ancak bir âlet bir
vasıtadır. İlimde, fende çok ileri olan milletlere, fen vâsıtalarını ne
yolda kullandıklarını incelemeden medenî demek büyük gaflettir. Pek
yanlıştır. Fabrikaların, motorlu vâsıtaların, gemi, tayyâre, atom
cihazlarının çok olması, gözleri kamaştıran yeni buluşların artması,
medeniyeti ve medenî olduklarını göstermez. Bunları medeniyet sanmak her
silâhlıyı gâzi, mücâhid sanmaya benzer. Mücâhid olmak için en yeni harp
vâsıtalarına mâlik olmak lâzımdır, fakat, bunlara mâlik olan, eşkıyâlık
da yapabilir. Medenî insan ve medeniyyet sâhibi toplum olmak için
İslâmiyet; îmân, ibâdet, iş, ah lâk ve cemiyet hayâtında uyulması
gereken her şeyi bildirmiştir. Bunlar; Allahü teâlânın bildirdikleri,
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın öğrettikleri, Eshâb-ı kirâmın
naklettikleri ve İslâm âlimlerinin açıkladıklarıdır. İnsanlığın
bunaldığı her şeyin, çözüm ve çâresi bunların içinde vardır. (İmâm-ı
Rabbânî)
MEDH:
Övme, iyi taraflarını anlatma; bir kimse hakkında iyi şeyler söyleme.
Medh olunmağı sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kabâhatlerini,
kusurlarını görmez olur. Doğru sözleri, kendisine yapılan nasîhatları
işitmez olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Şâyet biriniz diğerini mutlaka medh edecek olursa; "Öyle sanırım ki, o
şöyle iyidir, böyle iyidir..." desin ve bu sözü de medh ettiği adamda,
bu sıfatların bulunduğunu zannederek söylesin. (Hadîs-i
şerîf-Riyâz-üs-Sâlihîn)
Kalb hastalıklarından biri de medh ve senâ olunmağı sevmektir. Medh
olunmağı sevmenin sebebi, insanın kendini beğenmesi, yüksek, iyi
sanmasıdır. Medh olunmak, böyle kimseye tatlı gelir. Bunun hakîkî
üstünlük, iyilik olmadığını, olsa da geçici olduğun u düşünmelidir. (Muhammed
Hâdimî)
Oğlum! Kaş göz işâretleri ile, hiç kimseyi küçük düşürecek hareketlerde
bulunma! Başkasının yanında kendini veyâ âileni medhetme! (Lokman Hakîm)
Sizde olmayan meziyetlerle sizi medheden kimsenin, bir gün, sizde
olmayan kötülüklerle kötüleyeceğini de unutmayınız. (İmâm-ı Ahmed bin
Hanbel)
MEDÎNE-İ MÜNEVVERE:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Mekke-i mükerremeden
hicret ettikten sonra, yerleştiği, ilk İslâm devletini kurduğu ve kabr-i
şerîfinin bulunduğu şehir. Hicretten önceki adı Yesrib olup, hicretten
sonra Medînet-ür-Resûl (Peygamber ş ehri) veya Medîne-i münevvere (nurlu
şehir) adıyla anılmıştır.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Onlar (münâfıklar) ; "Eğer Medîne'ye dönersek, andolsun en şerefli ve
kuvvetli olanımız oradan en hakir ve zaîf olanı muhakkak çıkaracaktır"
diyorlardı. Hâlbuki şeref, kuvvet ve gâlibiyet Allah'ındır,
Peygamberinindir, mü'minlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler. (Münâfikûn
sûresi: 8)
Sizden biriniz Medîne-i münevverede vefât etmeğe gücü yetiyorsa, orada
vefât etsin. Çünkü ben Medîne-i münevverede vefât edenlere şefâat ederim.
(Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ül-Haremeyn)
Medîne-i münevvereye Mesîh Deccâl'in (değil kendisi) kokusu bile
giremeyecektir. O fitne günlerinde Medîne'nin yedi kapısı olacak ve her
kapıda muhâfız iki melek bulunacaktır. (Hadîs-i şerîf-Ahbâru Mekke)
Medîne-i münevvere, Mekke-i mükerremenin batısında ve Kızıldeniz'in
doğusunda yer alan kuzeye doğru meyilli çölün ve güneye doğru uzanan az
dalgalı bir ovanın bittiği yerde kurulmuştur. Çok verimli ve tarıma
elverişli topraklarında her çeşit sebze, ç eşitli meyveler ile muz ve
hurmanın en iyileri yetişir. Arabistan yarımadasının diğer bölgelerine
göre serin bir iklime sâhibdir. (Eyyûb Sabri Paşa)
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem Mekke-i mükerremede insanları
on üç sene müddetle İslâm dînine dâvet ettikten sonra Allahü teâlânın
emri ile Medîne-i münevvereye 622 senesi Rebî-ul-evvel'in sekizinci
Pazartesi günü hicret etti. Burada İslâm iyet'i her tarafa yaydı. On
sene sonra yâni 632 senesi Haziran'ında, Rebî-ul-evvelin on ikinci
Pazartesi günü Medîne-i münevverede vefât etti. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Peygamber efendimizin yaptırdığı Mescid-i Nebî içerisinde yer alan "Kabrim
ile minberim arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir" buyurarak medh
ettiği Ravza-i mütahhera (Cennet bahçesi), Peygamber efendimizin kabr-i
şerîfi, Uhûd şehidliği, başta hazr et-i Osman olmak üzere pekçok
Sahâbe-i kirâmın (Peygamberimizin arkadaşları) kabirlerinin bulunduğu
Cennet-ül-Bakî' kabristanı gibi mübârek yerler Medîne-i münevverededir.
(Eyyûb Sabri Paşa)
MEDLÛL:
Delîlin (alâmet ve işâretin) delâlet ettiği, gösterdiği şey.
Delîl bulunmayınca, medlûlün de bulunmayacağı söylenemez. Çünkü, Allahü
teâlânın varlığına delîl olan âlem (Allahü teâlâdan başka her şey)
yaratılmadan önce, medlûl olan yaratanın yok olduğu söylenmiş olur ki,
bu bâtıldır, hükümsüzdür. Çünkü, Allahü teâlâ, âlem yaratılmadan önce de
vardı. O'nun başlangıcı ve sonu yoktur. Ezelîdir, ebedîdir. O halde
delîl olmadan da medlûl olabilir. Duman olmadığı hâlde ateşin bulunması
gibi. (Fahreddîn Râzî)
MEDRESE:
İslâm medeniyetinde üniversite seviyesindeki eğitim ve öğretim
müesseseleri.
İnsanlığın bugün sâhib olduğu ilim ve teknik seviyedeki en büyük pay,
İslâm memleketlerinde kurulan medreselerde yetişen müslüman âlimlerindir.
(İslâm Târihi Ansiklopedisi)
Din ilimlerinden başka, hey'et (astronomi), hesab (matematik), hendese (geometri),
hikmet, tıb gibi ilim dallarına da mühim yer veren medreseler; din ve
dünyâ ilimlerini, birlikte yürütürdü. İnsanı dünyânın esiri yapmadan,
dünyânın fâtihi ve sâhibi y apmak maksadıyla, devletin temel taşı olan
din ve devlet adamlarını en mükemmel şekilde yetiştirmeyi sağlardı. (İslâm
Târihi Ansiklopedisi)
İmâm-ı Rabbânî, zamânının fen bilgilerinde en mütehassıs idi. Bir
mektûbunda; "Oğlum Muhammed, bu günlerde Şerh-i mevâkıf kitâbını
tamamladı. Yunan felsefecilerinin hatâlarını anladı" buyuruyor. Bu kitab,
İslâm medreselerinin yüksek kısmında son zama nlara kadar okutulan bir
fen kitabıdır. (M. Sıddîk Gümüş)
MEDYÛN:
Borçlu, borçlanmış kimse.
Dâyine (alacaklıya), medyûnun medyûnu hasm olmaz. Yâni bir kimse
ölendeki alacağını, ölene borçlu olandan isteyemez. (Mecelle)
Medyûna zekât verilir. (İbn-i Âbidîn)
MEFHAR-İ MEVCÛDÂT:
Mahlûkâtın (yaratılmışların) övündüğü Muhammed aleyhisselâm.
Mefhar-i mevcûdât efendimizin, güzel huylarından, edeblerinden bâzıları
şunlardır:
İnsanların en rahat davrananı, en kahramanı, en adâletlisi, en çok
affedeni, en cömerdi idi.
Kendisinden bir şey istendiğinde, "yok" dediği görülmemiştir.
İnsanların en doğru konuşanı idi.
Kendi evinde iken, tek başına kalkar, yiyeceğini alır yerdi. İstediği
bir şeyi yemek için evdekileri zorlamazdı.
Suyu oturarak, üç yudumda ve süzerek içerdi. Ağzını doldura doldura
yutmazdı. Bunun için şöyle buyururdu: " Ciğer hastalığı ağzını doldurup
yutmaktan gelir." (El-Hadâik-ul-Verdiyye, Abdülmecîd Hânî)
Mefhar-i mevcûdât efendimiz, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurdular:
"Peygamberlere minberler kurulacak üzerine oturacaklar. Benim minberim
olacak, ben üzerine oturmayacağım. Rabbimin huzûrunda ayakta
dikileceğim. Bunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyuracak; "Ümmetine ne
yapmamı istiyorsun?" "Yâ Rabbî! Hesâblarını hemen görüver" diyeceğim.
Hemen çağrılıp hesapları görülecek; kimi O'nun rahmetiyle, kimi de benim
şefâatimleCennet'e girecek. Şefâat etmeye öylesine devâm edeceğim ki,
elime isimleri Cehennemliktir diye yazılı bir liste verilecek ve
Cehennem hâzini (bekçisi) şöyle diyecek: "Ey Muhammed (sallallahü aleyhi
ve sellem) ! Ümmetin hakkında Rabbimin gazabı için, hiçbir şey
bırakmadın." (Şifâ-i Şerîf, Menâhil)
Mefhar-i mevcûdât Muhammed-i Mustafâ'ya salevât. (Süleymân Çelebi)
MEFHÛM-I MUHÂLİF:
Lafızda zikredilmeyen mânânın, bizzat zikredilen mânâya, hükümde zıt
olan mânâ. Mefhûm-ı muhâlif; Şâfiîlere göre, hüküm için sahîh, mûteber
bir delîl olduğu hâlde, Hanefîlere göre böyle değildir.
Mefhûm-ı muhâlifi kabûl edenlerin delîllerinden birisi şudur: Peygamber
efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem: " Sâimede (yılın ekserisini
çayırlarda otlayarak beslenen deve, koyun gibi hayvanlara) zekât vardır"
buyurmuştur. (Hadîs-i şerîfe göre Sâime olmayanlarda zekât yoktur. Böyle
olduğunu Hanefîler dâhil, bütün âlimler kabûl etmiştir. Ancak, İmâm-ı
Mâlik (r.aleyh), sâime olmayan hayvanlar için de zekât lâzım geldiğini
söylemiştir. (Serahsî)
MEFHÛM-I MUVÂFIK:
Lafızda (sözde) zikredilmeyen mânânın bizzat zikredilen mânâya hükümde
uygunluğu.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ana-babaya öf bile deme. (İsrâ sûresi: 23)
Âyet-i kerîmede zikredilen ana-babaya öf demek yasaklandığı gibi
mefhûm-ı muvâfık ile onları dövmek ve sövmek de yasaklanmıştır. (Molla
Hüsrev)
MEGÂZÎ:
Harp tarihi, gazâlara (savaşlara) dâir bilgiler, menkıbeler, hikâyeler.
Megâzî kitabları, dînin temeline âit kitablardan değildir. İslâm dîninin
sağlamlığı megâzî kitaplarının doğruluğuna bağlı değildir. Bu kitaplarda
mübâlağa (abartma) bulunur. Bunlar, târih kitabı gibidir. (Abdülhakîm-i
Arvâsî)
Megâzî sâhasında ilk yazılan kitap Vâkıdî'nin Megâzî'sidir. (Kâtib
Çelebi)
MEHÂRİC-İ HURÛF:
Kur'ân-ı kerîm harflerinin herbirinin ağızdan ses olarak çıktığı yer.
Kur'ân-ı kerîmi tecvîd üzere okumasını bilmek farz olup, tecvîdi
bilmeyen mehâric-i hurûfu gözetemez. Harflerin ağzındaki yerlerini
gözetemeyen bir kimsenin okuduğu Kur'ân-ı kerîm ve kıldığı namaz sahîh
(doğru) olmaz. (Ebüssü'ûd Efendi)
MEHDÎ:
Kıyâmete yakın geleceği, Peygamber efendimiz tarafından haber verilen ve
İslâmiyet'i ve adâleti yeryüzüne hâkim kılacak olan mübârek zât.
Yeryüzünü küfür kaplamadıkça ve her yerde küfür ve kâfirlik yayılmadıkça
hazret-i Mehdî gelmez. (Hadîs-i şerîf-El-Kavl-ül-Muhtasar)
Mehdî ile müjdelenmiş olun. Mehdî, Kureyş kabîlesinden ve benim Ehl-i
beytimden biridir. O, insanların ihtilâf içinde oldukları ve ictimâî
sarsıntılar içinde bulundukları bir zamanda çıkar. Mehdî, daha önce
zulüm ve cevr ve eziyet ile dolu olan dünyâyı adâlet ve insaf ile
doldurur. (Hadîs-i şerîf-El-Kavl-ül-Muhtasar fî Alâmât-il Mehdî)
Mehdî'nin başı hizâsında bir bulut olacaktır. Buluttan bir melek; "Bu
Mehdî'dir. Sözünü dinleyiniz" diyecektir. (Hadîs-i
şerîf-El-Kavl-ül-Muhtasar)
Beklenilen Mehdî, hazret-i Fâtıma'nın soyundan olacaktır. Mekke'de
ortaya çıkacaktır. O zaman müslümanlar halîfesiz olacaktır. O istemediği
halde, zor ile halîfe yapılacaktır. Ortaya çıkacağı zaman, yaşı ve ömrü
kesin olarak bildirilmiş değildir. (Ahmed Zeyni Dahlan)
Allahü teâlâ, İslâmiyet'i nasıl Resûlullah efendimizle sallallahü aleyhi
ve sellem başlatmışsa, hazret-i Mehdî ile sona erdirecektir. Sayıları
Bedr gazasında bulunan Eshâb-ı kirâm kadar olan bir grup insan hazret-i
Mehdî'ye bî'at edecek (emrine girec ek) ve her zâlim onun karşısında
mağlûb olacaktır. Zamânı son derece imrenilecek bir şekilde adâletle
dolacaktır. (İbn-i Hacer-i Mekkî)
MEHR (Mehir):
Erkeğin evlenirken kadına vereceği ve kadının hakkı olan altın, gümüş
veya her hangi bir mal yâhut menfaat.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Nikâh ettiğiniz kadınların mehirlerini seve seve verin. Şâyet ondan bir
kısmını gönül hoşluğu ile kendileri size bağışlarsa, onu âfiyetle,
râhatça yiyin. (Nisâ sûresi: 4)
Mehr vermemek niyyeti ile nikâh yapan kimse, kıyâmet günü hırsızlar
arasında haşr olunacaktır (bulunacaktır) . (Hadîs-i
şerîf-Riyâdünnâsihîn)
En bereketli kadın, mehri az olandır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Mehrin en azı on dirhem yâni yedi miskal ağırlığındaki gümüş değerinde
olan bir miskal (beş gram yâni üçte iki lira) altından az olmamalıdır.
Mehrin en çoğu ise tahdîd edilmemiştir (sınır konmamıştır). (B.
Mergınânî)
Zevcesinin (hanımının) mehrini vermemek ve insanların dinlerini
öğrenmelerine mâni olmak kul haklarının en büyüğüdür. (Hâdimî)
İslâmiyet'te mehr parası evlenmek için değildir. Evliliğin düzenli,
mes'ûd olarak devâm etmesi, kadının hak ve hürriyetlerinin korunması,
din câhili huysuz erkeğin elinde oyuncak olmaması içindir. Mehr parasını
vermek ve çocukların nafaka paralarını her ay ödemek korkusundan erkek
zevcesini boşayamaz.
Mehr-i Misl:
Mehir söylenmeden veya mehir vermemek şartı ile yapılan bir nikahtan
sonra, kadının, baba tarafından akrabâsının kadınlarına bakılarak
bunlara verilen mehir kadar verilmesi kararlaştırılan altın, gümüş, mal
veya herhangi bir menfeat.
Mehr-i Muaccel:
Miktarı tesbit edilen (belirlenen) ve nikâh sırasında erkeğin evleneceği
kadına peşin olarak ödemesi gereken altın, gümüş, kâğıt para veya
herhangi bir mal yâhut bir menfaat.
Mehr-i muaccelin verilmesi, nikâh yapılınca vâcib olur. (Abdurrahmân
Cezîrî)
Zevci (kocası) ölen kadın mehr-i muaccelin bir kısmını almadığını
söylerse, bunu mîrâstan alır. (İbn-i Âbidîn)
Mehr-i muaccel, çehiz masrafı olarak düğünden önce verilir. (Feyzullah
Efendi)
Nikâh yapılırken, muaccel ve müeccel mehrlerin miktarları tesbit edilir.
Bir kağıda yazılıp dâmâd ve mevcûd (bulunan) iki şâhid imzâlayıp zevceye
(hanıma) teslim edilir. (Abdullah Mûsulî)
Mehr-i Müeccel:
Miktarı nikah yapılırken tesbit edilip, ödenmesi daha sonraya bırakılan
yâni erkeğin evleneceği kadına sonra ödeyeceği altın, gümüş, kâğıt para
veya herhangi bir mal yâhut bir menfeat.
Mehr-i müeccel, nikâh yapılırken belli edilirse de, verilmesi üç şeyden
biri meydana gelince, yâni vaty (hanıma yakın olma hâli) halvet (başbaşa
bir odada yalnız kalmaları) ve ikisinden birinin vefâtı ile ödemesi
vâcib olur. Zevce (hanım) ölünce, zev c (koca) mehr-i müecceli
vârislerine (yakınlarına) verir. Zevc (koca) ölünce, mîrâsından (geriye
kalan malından) zevcesine (hanımına) verilir. (Abdurrahmân Cezîrî)
Zevc (koca) zevcesine (hanımına) olan mehr-i müeccel borcunu ayırmalı,
öldükten sonra zevcesine verilmesi için vasiyet etmelidir. Vasiyet
etmedi ise ölünce mîrâs taksim edilmeden (paylaşılmadan) önce mehrin
hepsinin mîrâstan zevcesine hemen ödenmesi lâzımdır. Zevcesini
boşayınca, mehrini ödemeyen kimse, dünyâda hapis, âhirette azâb olunur.
(Muhammed Hâdimî)
Mehr-i muaccel veya mehr-i müeccel nikahta bildirilmedi ise, kadına
mehr-i misl verilmesi vâcib olur. (Abdurrahmân Cezîrî)
MEJDEK:
Mîlâdî dördüncü asırda İran'da komünizmi ilk kuran şahıs.
Komünistliği mîlâdî dördüncü asırda ilk çıkaran Mejdek adında bir
İranlıdır. Mecûsî idi. Peygamber olduğunu söylerdi. Ona göre; ateşe
tapılacaktır. Her şey herkesin malıdır. Zevceleri (kadınları)
değiştirmek helâldir. Herkesin malları ve yaşayışları eşittir. Şahsî
tasarruf yoktur. Bütün insanlar eşit ve her şeyde ortaktırlar.
Biribirinin zevcesini (hanımını) isterse ona vermesi lâzımdır. Zenginler
mallarını fakirlere vermelidir. (Ahmed Âsım Efendi)
Mejdek'in kurduğu bozuk yol, tembellerin, serserilerin ve kadına düşkün
olan aşağı kimselerin işine geldiğinden çabuk yayıldı. Acem (İran) Şahı
Kubâd Şâh da zevkine düşkün biri idi. Bu da Mejdek'in fikirlerini kabûl
etti. Kubâd Şâh'ın oğlu Nû'şirevân idâreyi ele alınca Mejdek'i seksen
bin adamı ile birlikte kılıçtan geçirterek komünizm belâsını ortadan
kaldırdı. (Hüseyin bin Halef)
MEKÎL:
Kile ve ölçek ile yâni hacim ile ölçülen mal.
Buğday, arpa, hurma ve tuz dâimâ mekîldir. Tartı ile kullanılmaları
mekîl olmalarını değiştirmez. Müsâvî (eşit) olmaları lâzım olduğu zaman
hacimlerinin müsâvî olması lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)
MEKKE-İ MÜKERREME:
Müslümanların kıblesi olan Kâbe-i muazzamanın bulunduğu, Peygamber
efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem doğduğu mübârek şehir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O (Allahü teâlâ) sizi Mekke'nin batnında (hudûdu içinde), onlara
(kâfirlere) karşı muzaffer kıldıktan sonra onların ellerini sizden,
sizin ellerinizi onlardan çekti. Allahü tealâ ne yaparsanız hakkıyla
görendir. (Feth sûresi: 24)
Şüphesiz âlemler için bereket ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için
kurulan ilk ev (mâbed) Mekke'deki (Kâbe) dir. (Âl-i İmrân sûresi: 96)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hicret esnâsında Mekke-i
mükerremeden ayrılırken Kusvâ adlı devesini harem-i şerîfe doğru
döndürüp mahzûn bir halde " (Ey Mekke!) Vallahi sen Allahü teâlânın
yarattığı yerlerin en hayırlı, Rabbim katında en sevgili olanısın.
Senden çıkarılmamış olsaydım, çıkmazdım. Bana senden daha güzel, daha
sevgili yurt yoktur. Kavmim beni senden çıkarmamış olsaydı çıkmaz,
senden başka bir yerde yurt yuva kurmazdım" dedi. (Hadîs-i şerîf-Halebî,
Abdülhak-ı Dehlevî)
Mekke-i mükerreme Arabistan Yarımadasının batısında, Kızıldeniz'in
doğusunda 21°-30° kuzey enlem, 20°-40° doğu boylamları arasında yer
alır. Karataşlı sıradağlar arasında uzun ve kavisli bir vâdide yer
almıştır. Şehrin uzunluğu üç, genişliği bir kilo metredir. Etrafı taşlık
olup, zirâate (tarıma) elverişli arâzisi yoktur. Şehrin ortasında
Mescid-ül-Haram denilen büyük câmi ve Kâbe-i muazzama vardır. Mekke-i
mükerremenin târihi, İbrâhim ve oğlu İsmâil (aleyhisselâm) zamânına
kadar uzanır. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
Yeryüzünün en kıymetli yeri kabr-i seâdet (Peygamber efendimizin kabr-i
şerîfi), bundan sonra Kabe-i muazzama ve bunun etrâfındaki Mescid-i
Haram denilen câmidir. Bundan sonra Medîne'deki Mescid-i Nebevî
(Peygamberimizin mescidi) içindeki Ravda-i muk addese denilen meydandır.
Daha sonra Mekke-i mükerreme şehridir. Görülüyor ki; Ravda-i mütahhera
(temiz Cennet bahçesi) Mekke'den daha üstündür demek doğrudur. (İmâm-ı
Rabbânî)
Yeryüzünde bir tâne Kâbe vardır. O da Mekke-i mükerreme şehrindedir.
Mü'minler hac etmek için Mekke-i mükerreme şehrine gider ve orada Allahü
teâlânın emr ettiği şeyleri yaparak hacı olurlar. (Eyyûb Sabri Paşa)
MEKKÎ:
Peygamber efendimizin Mekke-i mükerremeden, Medîne-i münevvereye
hicretinden (göç etmesinden) önce nâzil olan (inen) âyet-i kerîmeler.
Âyet-i kerîmelerin Mekkî olmalarında âlimlerin arasında meşhûr olan
görüş budur. Bu hususta başka görüşler de vardı r.
Mekkî ve Medenî (Medîne-i münevvereye nisbet edilen, yâni hicretten
sonra nâzil olan) âyet-i kerîmelerin kendilerine mahsus husûsiyetleri
vardır. Mekkî âyet-i kerîmeler, umûmiyetle; Allahü teâlâya, meleklerine,
kitablarına, peygamberlere (aleyhimüsse lâm) âhiret gününe (öldükten
sonraki hayâta) îmân gibi İslâmiyet'in esâsı, temeli olan hususlar,
ferdin ve milletin terbiyesi, şirkin (Allahü teâlâya eş, ortak koşmanın)
putlara tapmanın bozukluğu, yanlışlığı, delillerle açıklanması v.s. gibi
hususlardan bahseder. Mekkî âyet-i kerîmeler kısadırlar. Medenî âyet-i
kerîmelerde ise, îmânla ilgili konuların yanında daha çok İslâmiyet'in
yaşanması, ibâdetler, insanların birbirleri ile muâmeleleri, âile ve
cemiyet içindeki durum ve vazîfeleri gibi hususlar bildirilir. (Zerkeşî)
Mekkî sûreler:
İçerisindeki âyet-i kerîmelerin çoğunun Mekkî (hicretten önce inmiş)
yâhut, baş kısmı Mekkî âyet-i kerîmeler olan sûreler.
Mushafların (Kur'ân-ı kerîmlerin) bir çoğunda, sûrelere başlık olarak
yapılan dikdörtgen içinde şu bilgiler görülür: Bu sûre Mekkî'dir. Şu
âyet-i kerîmeler müstesnâ. Onlar Medenîdir veya bu sûre Medenîdir. Şu
âyet-i kerîmeler müstesnâ. Onlar, Mekkîdi r. (Zerkeşî)
MEKR:
1. Bir kimseye, hiç beklemediği, ummadığı yerden hîle yapmak, tuzak
kurmak sûretiyle zarar vermeye çalışmak.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Habîbim) onların (kâfirlerin) seni tekzîbine (yalanlamalarına) ve
senden yüz çevirmelerine mahzûn olma, üzülme. Onların sana yaptıkları
mekrden dolayı, gönlün daralmasın. (Çünkü, Allah seni, onların mekrinden
muhâfaza eder, korur, onlara karşı sana yardım eder.) (Neml sûresi: 70)
2. İstidrâc yâni Allahü teâlânın bir kimseye bir müddete kadar devamlı
olarak hakkında hayırlı olmayan nîmetler verip, onun da bunu Allahü
teâlânın bir lütfu ve ihsânı, tuttuğu yolun kendisi için iyi olduğunu
zannederek aldandığı, gururlandığı, gafle tte bulunduğu, taşkınlık
yaptığı ve günahlara daha da daldığı bir sırada, Allahü teâlânın onu
âniden azâbı ile yakalayıvermesi.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlânın mekrinden emîn mi oldular. Hüsrâna uğrayanlardan (küfr
yâni îmânsızlık ve günâhlar ile, ibret almamak ve tefekkürü terk etmek
sûretiyle zararda olanlardan) başkası Allahü teâlânın mekrinden emîn
olmaz. (A'râf sûresi: 99)
İnsanın, işine göre, ömür ve rızkı değişir. İyiler kötü, kötüler iyi
olarak değiştirilebilir. Böylece birine, ölümüne yakın iyi işler
yaptırıp, son nefeste îmân ile gönderir. Başkasına kötü amel işletip,
îmânsız gönderir. Bunun için, Resûlullah salla llahü aleyhi ve sellem
her zaman; "Allahümme yâ mukallibelkulûb, sebbit kalbî alâ dînik"
duâsını okurdu (ki, Ey Büyük Allah'ım! Kalbleri iyiden kötüye, kötüden
iyiye çeviren, ancak sensin. Kalbimi, dîninde sâbit kıl, yâni dîninden
döndürme, ayırma! demektir). Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân bunu
işitince: "Yâ Resûlallah! (sallallahü aleyhi ve sellem) Sen de,
dönmekten korkuyor musun?" dediklerinde: "Allahü teâlânın mekrinden beni
kim te'mîn eder? (bana kim garanti, güven verebilir?)" buyurdu. Çünkü,
hadîs-i kudsîde: "İnsanların kalbi Rahmân'ın kudretindedir. Kalbleri,
dilediği gibi çevirir" buyrulmuştur. Yâni, Celâl ve Cemâl sıfatları ile
kötüye ve iyiye çevirir. (İbn-i Kemâl Paşa)
Şükrünü yerine getirmediği halde kendisine çok dünyâlık, mal, mülk v.s.
verilen ve bunların kendisi için Allahü teâlânın mekri olduğunu bilmeyen
kimsenin aklında bozukluk vardır. (Hazret-i Ali)
Allahü teâlâdan yüz çeviren birçok kimsenin dünyâ nimetleri içinde
yaşadığı görülüp, mahrûm kalmadıkları zan olunuyor ise de, bunlara dünyâ
için çalışmalarının karşılığını vermektedir. Yalnız dünyâ için
çalışanlara verdiği dünyâlıklar, hakîkatte azâb ve felâket tohumlarıdır.
Allahü teâlânın mekridir. Nitekim, Mü'minûn sûresi, elli beş ve elli
altıncı âyetinde meâlen; "Kafirler, mal ve çok evlâd gibi dünyâlıkları
verdiğimiz için, kendilerine iyilik mi ediyoruz, yardım mı ediyoruz
sanıyor. Peygamberime (sallallahü aleyhi ve sellem) inanmadıkları ve
dîn-i İslâmı beğenmedikleri için, onlara mükâfât mı ediyoruz, diyorlar.
Hayır öyle değildir. Aldanıyorlar. Bunların nîmet olmayıp, musîbet
olduğunu anlamıyorlar" buyruldu. Kalblerini Hak teâlâdan yüz çevirenlere
verilen dünyalıklar, hep harâblıktır, felâkettir. Şeker hastasına
verilen tatlılar, helvalar gibidir. (Senâullah Dehlevî)
3. Allahü teâlânın, mekr yapanların mekrini kendilerine çevirmesi,
kötülüklerini, kurdukları tuzakları bozması, mekrlerine karşılık onları
cezâlandırması. Buna mekr-i ilâhî de denir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Yâ Muhammed aleyhisselâm!) Hani bir zaman kâfirler seni habsetmeleri
yâhut öldürmeleri, yâhut seni Mekke'den çıkarmaları için mekr
yapıyorlardı. Onlar mekr yaptılarsa da Allahü teâlâ onların mekrlerini
kendi üzerlerine çevirdi (mekr-i ilâhîsi ile muâmele etti. Onları Bedr'e
getirdi. Müslümanları gözlerine az gösterdi. Onlar da müslümanlara hücûm
ettiler. Fakat mağlûb oldular, yenildiler, hezîmete uğrayıp,
öldürüldüler) . (Enfâl sûresi: 30)
Allahü teâlânın mekri insanların mekrinden başkadır. Çünkü onların
mekrinde başkasına kötülük ve zarar vermek esastır. Mekr-i ilâhî böyle
değildir. Allahü teâlânın mekri, mekr yapanların mekrini bozmak,
mekrlerine karşı onları cezâlandırmak sûretiyle umûma hayır ve iyilik
olduğu gibi, onlara hadlerini ve mekr yapmanın fenâlığını bildirmek ve
bâzılarının tövbelerine sebeb olmak bakımından da mekr yapanların bizzat
kendileri için de hayr ve hikmettir. Allahü teâlâ mekr yapanların
mekrine, onların beklemedikleri, ummadıkları bir şekilde mukâbele
ettiği, karşılık verdiği, bozduğu, gaflet hâlinde iken onları ansızın
yakaladığı için, Allahü teâlânın bu fiiline mekr denmiştir. Yoksa Allahü
teâlâya doğrudan mekr isnâd edilemez, mâkir (mekir yapan) denilemez.
İnsanların mekri ile lafız (söz) bakımından bir benzerlik vardır. Esasta
insanlarınkinden başkadır. (Râzî, Senâullah Dehlevî)
Mekr-i İlâhî:
Allahü teâlânın mekr (hîle) yapanların mekrini kendilerine çevirmesi,
kötülüklerini, kurdukları tuzaklarını bozması, mekrlerine karşılık
onları cezâlandırması.
MEKRÛH:
Hoş görülmeyen, beğenilmeyen şey. Peygamber efendimizin beğenmediği ve
ibâdetin sevâbını gideren şeyler. Yasak olduğu haram gibi kesin
olmamakla berâber, Kur'ân-ı kerîmde, şüpheli delil ile, yâni açık
olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin (Peygamb er efendimizin
arkadaşlarının) bildirmesi ile anlaşılmış olan yasaklar.
Mekrûh olduğu bildirilen yasak işleri özürsüz yapmak günahtır. (Seyyid
Abdülhakîm)
Küçük ve büyük abdesti sıkıştırırken ve yel zorlarken namaza durmak
mekruhtur. Namaz arasında zorlarsa, namazı bozmalıdır. Bozmaz ise günâha
girer. Cemâati kaçırsa bile, bozması iyi olur. Kerâhetle kılmaktan ise,
cemâat sünnetini kaçırmak evlâdır. Na maz vaktini veya cenâze namazını
kaçırmamak için mekrûh olmaz. (İbn-i Âbidîn)
MEKTÛBÂT:
Din büyüklerinin yakınlarına ve sevdiklerine gönderdiği, nasihat
mektublarından meydana gelen kitap.
Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî hazretleri Mektûbât kitâbında buyuruyor ki: "Bu
kısa ömrde, en mühim işleri yapınız. Geceleri ibâdet yapmağı ve seher
vakitlerinde ağlamağı büyük nîmet biliniz. Karanlık geceleri, Allahü
teâlâyı hatırlamak ile aydınlatınız. T icârette doğru ve güvenilir
olunuz. Fâizden, dîne uygun olmayan alış verişlerden sakınınız." Gel
kardeşim dinle benden hoş sözü Söylüyorum sana, esrârı özü. Ahmed-i
Serhendî bunu şerh eyledi Gör de Mektûbât'ı bak neyledi. İlm-i nâfi
cümle Mektûbâttadır Her ne varsa mahzende hepsi andadır. O kitabdır
seâdet hazînesi, Onda tevhîd madde mânâ bilgisi.
(M. Sıddîk Gümüş)
Mektûbât-ı Rabbânî:
Büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî hazretlerinin îmân,
îtikâd ve tasavvuf bilgilerini öğreten mektublarından meydana gelen pek
kıymetli kitab.
Allahü teâlânın kitabından ve Resûlullah'ın hadîslerinden sonra İslâm
kitablarının en üstünü, en fâidelisi, Mektûbât(-ı Rabbânî)dır. (Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî)
MELÂHİME:
Geçmiş ve gelecek devirlere âit haberler, târihî bilgiler ve bunları
anlatan kitablar. Harb târihi.
Melâhime kitabları dînin temeline âit kitablardan değildir. Böyle
kitablarda mübâlağa bulunur. İslâm dîninin sağlamlığı melâhime
kitablarının doğruluğuna bağlı değildir. Bu kitablar târih gibidir.
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
MELÂİKE:
Allahü teâlânın nûrdan yarattığı latîf, mâsum ve günah işlemeyen
kulları. Melekler. (Bkz. Melek)
MELÂMÎ:
Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için çalışan, bu yolda farzları yapıp,
haramlardan sakınan, şöhretten kaçındıkları için nâfile ve sünnetleri
gizli yapan kimse. Nefislerini kınadıkları için melâmî adı ile
anılmışlardır.
Melâmîler sıdk (doğruluk) ve ihlâsı (yaptıklarını yalnız Allahü teâlânın
rızâsı için yapma hâlini) kazanmağa çalışır. İbâdetlerini, yaptığı
iyilikleri gizler, sünnetleri ve nâfile ibâdetleri çok yaparlar. Bu
ibâdetlerin görünmesinden korkarlar. (Molla Câmî)
Melâmîlerin doğru yolda olanlarına kalender denir. Melâmîlerin yalancı
taklidcileri, zındıklardan, dinsizlerden bir kısımdır ki, her türlü
günâhı işlerler. Kalblerimiz temizdir, her işi Allah rızâsı için
yapıyoruz derler. Riyâdan, gösterişten kurtulu p, hâlis Allah adamı
olmak için günâh işliyoruz, derler. Allahü teâlânın ibâdete ihtiyâcı
yoktur. Kulların günâh işlemesi O'na zarar vermez. Asıl günâh mahlûkları
incitmek, can yakmaktır. İbâdet de insanlara iyilik, ihsân etmektir
derler. Bunlar zındık, dinsizlerdir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Çeşitli kıymetli isimler altında saklanan dinsizler, az değildir. Meselâ
melâmî ismi böyledir. Hiç ibâdet yapmayan, her çeşit günâhı, kötülüğü
işleyen, İslâmiyet'e uymayan sapıklar, kendilerine melâmî dediler.
Hâlbuki melâmîler, beş vakit namaz gibi farzları câmide kılarlar,
haramlardan kaçınıp, nâfile ve sünnetleri evlerinde gizli kılar ve
şöhretten sakınırlar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
MELE-İ A'LÂ:
En yüksek topluluk, meleklerden veya onların büyüklerinden meydana gelen
cemâat, topluluk. Melekler âlemi.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Biz size yakın olan göğü yıldızların ziyâsı ile süsledik. Onu itâattan
çıkan her şeytandan koruduk. Ki onlar mele-i a'lâ-yı dinleyemezler.
(Sâffat sûresi: 6-9)
Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği kimseler, sâlihler, dünyâda iken
iyi işler yapmış olanlar, vefât ettikten sonra ruhları mele-i a'lâ
arasına katılır. Mele-i a'lânın işi, Rablerine yönelmiş olarak devamlı
O'nu anmaktır. (Şâh Veliyyullah Dehlevî)
Mele-i a'lâ, Allah ile kulları arasında elçilik vazîfelerini görürler,
insanların kalblerine hayır, iyi şeyleri ilhâm ederler, onlar da
herhangi bir sebeble hayır düşüncelerinin uyanmasına vesîle olurlar.
Allahü teâlânın dilediği yerlerde toplanırlar . (Şâh Veliyyullah
Dehlevî)
MELEK:
Allahü teâlânın nûrdan yarattığı gözle görülmeyen mâsum (kötülüklerden
korunmuş) varlıklar. Çokluk şekli, melâike'dir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Melekler Allah'ın sözünün önüne geçmezler. Hep O'nun emri ile hareket
ederler. (Enbiyâ sûresi: 27)
O'nun (Allahü teâlânın) katındaki melekler, kendisine ibâdet etmekten ne
kibirlenirler ne de yorulurlar. Gece gündüz hep Allahü teâlâyı tesbîh
ederler, usanmazlar. (Enbiyâ sûresi: 19,20)
Bir kimse bir mü'minin ihtiyâcını karşılamak için yürüse, Allahü teâlâ
yetmiş bin meleği ona sâyebân eder. Eğer sabah vakti ise akşama kadar,
akşam vakti ise sabaha kadar ona rahmet ile duâ ederler. Allahü teâlâ
her bir ayağını kaldırdıkta onun bir günâhını affeder ve bir derece
yükseltir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Hibbân)
Melekler, nûrdan, cinler, dumanı olmayan hâlis bir ateşten yaratıldı.
(Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Melekten gelen ilhâm İslâmiyete uygun olur. Şeytandan gelen vesvese
İslâmiyetten ayrılmaya sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Allahü teâlânın
emirlerine isyân etmezler. Emr olunduklarını yaparlar. Evlenmezler,
doğurmazlar, çoğalmazlar. Allahü teâlânın azameti, celâli ve
büyüklüğünden korkudadırlar. Kendilerine verilen emirleri yapmaktan
başka işleri yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)
Melekler nûrânî cisimlerdir. Muhtelif şekillere girebilirler. Melek ile
cin yaratılış bakımından birbirine yakındır. Melekler, muhteremdir,
kıymetlidir. Cin hakirdir, kıymetsizdir. Melekte nûr (ışık) kısmı, cinde
ise alev maddesi fazladır. Elbette nû r, zulmetten efdâldir, daha
kıymetlidir. Meleklerin, cinnîlere yakınlığı, insanın hayvana yakınlığı
gibidir. (Seyyid Abdülhakîm Efendi)
Sayısı en çok mahlûk, meleklerdir. Bunların sayılarını Allahü teâlâdan
başka kimse bilmez. Göklerde, meleklerin ibâdet etmedikleri boş bir yer
yoktur. Göklerin her yeri, rükûda veya secdede olan meleklerle doludur.
Göklerde, yerlerde, otlarda, yıldız larda, canlılarda, cansızlarda,
yağmur damlalarında, ağaçların yapraklarında, her molekülde, her atomda,
her reaksiyonda, her harekette, her şeyde meleklerin vazîfeleri vardır.
Her yerde Allahü teâlânın emirlerini yaparlar. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Melek-ül-Mevt:
Ölüm meleği, Azrâil aleyhisselâm. (Bkz. Azrâil Aleyhisselâm)
Allahü teâlâ Kur'ân-kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm onlara) de ki: Sizin canınızı almaya vekil kılınan
Melek-ül-mevt canınızı alacak; sonra döndürülüp Rabbinize
götürüleceksiniz. (Secde sûresi: 11)
Melek-ül-mevt, rûhunu almağa geldiği zaman, tövbe edinceye kadar izin
iste! O meleği kovamazsın. Kudretin var iken, o gelmeden önce tövbe et!
O da, bu saattir. Zîrâ, Melek-ül-mevt, âni gelir. (İbrâhim bin Edhem)
Yavrucuğum! Tövbeni tehir etme! Zîrâ melek-ül-mevt âni gelir. (Lokman
Hakîm)
Melek-ül-Mukarreb:
Huzûru ilâhide bulunan melekler.
... Kıyâmet, Cumâ günü kopar. Melek-ül-mukarreb, yer ve gökler, o günün
dehşetinden korkarak feryâd ederler. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed ibni
Hanbel)
MELEKE:
Yerleşmiş huy, alışkanlık, tabiat.
Din bilgisini öğreniniz. Geliş-gidişlerinizde, oturup kalkmalarınızda,
kısaca her vakit kalbinizi Allahü teâlâyı anmak ve hatırlamakla meşgul
ediniz. Böylece dâimâ Allahü teâlâyı hatırlama melekesi hâsıl olur.
(Ebü'l-Hayr Fârûkî)
Dünyâda ve âhirette seâdete kavuşmak, rahat etmek isteyen kimse bütün
uzuvlarının günâh işlemesine mâni olmalıdır. Günâh işlememek kalbinde
meleke hâlini almalıdır. Bunu başarabilen kimseye müttekî veya sâlih
denir. (Hâdimî)
MELEKÛT ÂLEMİ:
Gözle görülmeyen âlem, ruh ve mânâ âlemi. Buna yalnız Melekût da denir.
(Bkz. Âlem)
Eğer şeytanlar, âdem-oğlunun (insanoğlunun) kalblerinde dolaşmasaydı;
onlar melekût âlemine bakarlardı. (Hadîs-i şerîf-Ahmed bin Hanbel)
Mîdesini dolduran kimse, melekût âlemine yükselemez. (Hadîs-i
şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Kadir gecesi, melekût âleminin esrârından (sırlarından) bâzı sırların
keşf olduğu gecedir. Allahü teâlânın; "Muhakkak O'nu (Kur'ân-ı kerîmi)
kadr gecesinde indirdik" buyurmaktan murâdı da budur. (İmâm-ı Gazâlî)
İlmin kaynağı ve hidâyetin (doğru yolun) ışığı olunuz. Evinizde oturun,
gece ibâdetle evinizi nûrlandırın. Gönüllerinizden mâsivâyı (Allahü
teâlâdan başka her şeyi) çıkarın, fazla süslenmeyin, iki eski elbise
yeter. Böyle yapmakla, mülk (madde)âlemin den saklanır (gizlenir),
melekût âleminde bilinmiş (tanınmış) olursunuz. (Abdullah ibni Mes'ûd)
MELİK (El-Melik):
1.Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Zâtında,
sıfatlarında, hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şey varlığında ve varlıkta
kalmasında O'na muhtaç olan, her şeyin sâhibi, yaratıcısı.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O Allahü teâlâ hak ma'bûd'dur. O'nun ortağı yoktur. O melik'tir, mülkü
hiç yok olmaz... (Haşr sûresi: 23)
Her gün öğle vakti kim el-Melik ism-i şerîfini yüz kere söylerse, kalbi
temizlenir ve üzüntüsü gider. (Yûsuf Nebhânî)
2. Pâdişâh, hükümdar.
Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Habeşistan meliki
Necâşi'ye gönderdiği dâvet mektubunun bir kısmı şöyledir:
"Bismillâhirrahmânirrahim!
Allahü teâlânın resûlü Muhammed (aleyhisselâm) den Habeş meliki Necâşî
Eshame'ye!..
Ey melik! Ben seni, eşi ortağı olmayan Allahü teâlâya îmâna, O'na ibâdet
etmeye, ve bana tâbi olmaya, Allahü teâlânın bana gönderdiklerine
inanmaya dâvet ediyorum. Çünkü ben; Allahü teâlânın bunları tebliğ
etmeye me'mûr resûlüyüm. Şimdi ben sana lâzım olan tebligâtı yapmış,
dünyâ ve âhiret seâdetini sağlayacak nasihatı etmiş bulunuyorum.
Nasihatımı kabûl ediniz. Hidâyete eren, doğru yola kavuşanlara selâm
olsun. (Kastalânî, İbn-i Hişâm)
Melik-i Adûd:
Hükûmeti, idâreyi kuvvet zoru ile ele geçiren kimse, sultan. Buna
halîfe-i câire de denir.
Biz bu işe peygamberlikle ve Allah'ın rahmeti ile başladık. Bundan sonra
hilâfet ve rahmet olur. Ondan sonra, melik-i adûd olur. Ondan sonra da,
ümmetimde zulm, işkence ve fesâd olur. İpekli giymek, içki içmek ve zinâ
helâl yapılır ve yardımcıları çok olur. Kıyâmete kadar böyle gider.
(Hadîs-i şerîf-İzâlet-ül-Hafâ)
Hazret-i Muâviye'nin melik (sultan, devlet başkanı) olacağına hadîs-i
şerîfle de işâret vardır. Bunun için hazret-i Muâviye, hazret-i Hasen
hilâfeti (halîfeliği) kendisine teslim ettikten ve Eshâb-ı kirâm oy
verdikten sonra, halîfe-i âdil olmuştur. B u büyük sahâbiye melik-i adûd
demek ve bu kelimeye zâlim gibi ağır mânâlar vermek büyük iftirâdır.
Hele melik-i adûdu azgın kral diye tercüme etmek ise, büyük bir hatâ ve
yanlıştır. (Şâh Veliyyullah Dehlevî)
MEL'ÛN:
Lânetlenmiş, tard olunmuş, kovulmuş. (Bkz. La'net)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: Ey mel'ûn! Âdem'e
niçin secde etmedin? (buyurunca) İblis dedi ki: Ben ondan daha
hayırlıyım. Beni ateşten onu ise topraktan yarattın. (A'râf sûresi: 12)
Dünyâ (Allahü teâlânın râzı olmadığı, âhirete zarar veren şeyler)
mel'ûndur. Dünyâda, Allahü teâlâ için olanlardan başka her şey
mel'ûndur. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
Dünyâlık (haram ve mekrûh) olan şeyler mel'ûndur. Allah için olan
şeyler, Allahü teâlânın râzı olduğu şeyler, mel'ûn değildir. (Hadîs-i
şerîf-Hadîka)
Ahlâkını, hareketlerini, sözlerini ve şeklini kadınlara benzeten kimseye
muhannes denir. Böyle yapanlar mel'ûndur. Bunlar için hadîs-i şerîfte;
"Kendilerini kadınlara benzeten erkeklere ve erkeklere benzeten
kadınlara Allahü teâlâ la'net etsin." buyruldu. (Abdülhak-ı Dehlevî)
MEMLÛK:
Hür olmayan insan. İslâm hukûkunda harbde esir alınıp, İslâm memleketine
getirilen kimse, köle. (Bkz. Köle)
MEMNÛ':
Yasak. Dînen yasak edilmiş.
Almak memnû' olan şeyi vermek dahi memnû' olur. Meselâ rüşvet almak,
alan hakkında memnû' olduğu gibi, vermek dahi veren hakkında memnû'dur.
(Mecelle: 34)
İşlenmesi memnû' olan şeyin istenmesi dahi memnû' olur. Yâni bir şeyin
işlenmesi yasak ise, o şeyin yapılmasını başkasından istemek ve
yapılmasına vâsıta ve âlet olmak dahi memnû'dur. Meselâ, bir kimsenin
başkasına eziyet ve mal veya canına zarar ver mesi ve rüşvet alması ve
yalan yere şâhitlik yapması memnû' işlerden olduğu gibi, bunları
başkasına yaptırması veya teşvik etmesi ve zorlaması da memnû'dur.
(Mecelle: 35)
Zarûretler, memnû' olan şeyleri mubâh kılar. Mâni zâil, yok oldukta
memnû' avdet eder (geri gelir). Meselâ bir kimsenin avret mahalline
(yerine) bakmak memnû' ise de, yara ve başka hastalık hâlinde zarûret
hâli sebebiyle hekim (doktor) ve cerrâh ebe gibi kimselerin bakması
mubâh olur. (Mecelle: 21)
MEN VE SELVÂ:
Mûsâ aleyhisselâmın duâsı ile Allahü teâlânın İsrâiloğullarına gökten
yağdırdığı kudret helvası (men) ve bıldırcın eti (selvâ).
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Biz Tîh sahrâsında sizin üzerinize bulutla gölge yaptık. Size men ve
selvâ gönderdik ve dedik ki:Size rızık olarak verdiğimiz bu helâl, güzel
şeylerden yiyin (fakat sonrası için biriktirmeyin dedik. Biriktirdikleri
ise kurtlandı, yiyemediler. Böyle y aparak itâatsizlikte bulunmakla)
onlar bize zarar vermediler, bize zulmetmediler. Bilâkis kendi
nefislerine zulmettiler. (Bekara sûresi: 57)
İsrâiloğulları Tîh sahrâsına düştüklerinde yiyecek istediler. Mûsâ
aleyhisselâmın duâsı bereketiyle Allahü teâlâ onlara men indirdi. Men'in
ne olduğu husûsunda değişik rivâyetler vardır. Demişlerdir ki: "Allahü
teâlâ bu men'den her gece yapraklar üze rine her kişi için yetecek
miktârda yağdırdı. Bunu yiyen İsrâiloğulları; "Ey Mûsâ! Tatlı yemekten
usandık. Allahü teâlâya duâ et de bize yiyecek et versin" dediler. Mûsâ
aleyhisselâm duâ etti. Allahü teâlâ onlara selvâ indirdi. Her kişi men
ve selvâd an bir gece ve bir gün yiyeceği kadar alırdı. İsrâiloğulları
bu nîmetin de kıymetini bilmediler. Men ve selvâdan bıktık; bakla,
soğan, gibi şeyler isteriz dediler. Nîmete şükretmediler. Men ve selvâyı
da depo edip biriktirmeye başladılar. Fakat bunlar kurtlanıp bozuldu,
yiyemediler. (Sa'lebî, Kisâî, Nişancızâde)
MENÂKIB:
Menkıbeler. Velîlerin, Allahü teâlânın sevgili kullarının güzel iş,
hareket, söz ve kerâmetlerini konu edinen hikâye ve hâtıralar, bu
hususta yazılmış kitapları. Menkabenin çokluk şeklidir. (Bkz. Menkıbe)
Menâkıb, Allahü teâlânın ordularından bir ordudur. Allahü teâlâ onunla
tasavvuf yolcularının (müridlerin) kalblerini kuvvetlendirir. Bu
sözümüzün delîli; "Biz sana peygamberlerin kıssalarını anlatıyoruz,
bununla kalbini tesbit ve takviye ediyoruz" meâlindeki Hûd sûresi 20.
âyet-i kerîmesidir. (Cüneyd-i Bağdâdî)
Evliyânın menâkıbını dinlemek, onlara olan muhabbeti, sevgiyi artırır;
Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) menkıbeleri îmânı
kuvvetlendirir. (Seyyid Sıbgatullah)
MENÂSİK:
Nüsükler. Hacda belli yerlerde ve belli zamanlarda yapılan belli
ibâdetler, vazifeler. Nüsük kelimesinin çoğuludur. (Bkz. Nüsük)
Haccın menâsikini benim yaptığım gibi yapın. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Tavâf (Kâbe etrâfında yedi kere dönmek) ve sa'y (Safâ ve Merve arasında
gelip gitmek) hac ve ömrenin menâsikindendir. (M.Zihni Efendi,
A.Haskefî)
Menâsik-i Hac:
Haccın nüsükleri.
Âdem aleyhisselâm menâsik-i haccı yaptığında, melekler gelerek kendisini
tebrik etti ve haccın mebrûr (kabûl) olsun; biz burayı senden iki bin
sene evvel ziyâret ettik dediler. (İmâm-ı Gazâlî)
MENDÛB:
Yapılması hâlinde sevâb, yapılmazsa günâh olmayan şeyler. Edeb ve
müstehab da denir.
Namaz vakti girmeden önce abdest almak mendûbdur. (İbrâhim Halebî)
Abdest alıp namaz kıldıktan sonra bu abdest bozulmadan tekrar abdest
almak mendûbdur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Mendûbları yapmak sevâb olur, yapmamak, suç değildir. Sevâbından mahrûm
kalınır. (Alâüddîn Haskefî)
MENFEAT:
Fayda, çıkar.
Bir malı, bir evi kirâya vermek; menfeatini belli bir karşılıkla satmak
demektir. (Abdullah Mûsulî)
Her menfeat getiren borç ribâ (fâiz)'dir. (İbn-i Âbidîn)
Bir kimse ibâdetlerini dünyâ menfeati düşünmeden yaparsa, ihlâsla amel
edenlerden olur. (Hâdimî)
Bir kimse dünyâ menfeati için sana yaklaşırsa, ondan uzak dur.
Menfeatini düşünen kimseyi kendin için tehlikeli kabûl et. (Ebüssü'ûd
el-Bâzinî)
MENHÎ:
Nehyedilen, yasaklanan şey.
Abdest alırken bâzı menhîler vardır. Bunları yapmak haram veya
mekrûhtur. Sağ el ile sümkürmek, kıbleye ve mushafa karşı ayak uzatmak
mekrûhtur. Mushaf yüksekte ise, mekrûh olmaz. Tahâretlenmek için birinin
yanında avret (ayıb) mahallini açmak haramd ır. (Halebî)
Dîn-i İslâm'ın temeli, îmânı, farzları ve haramları öğrenmek ve
öğretmektir. Ayrıca dînimizce bildirilen bâzı menhîler vardır ki, bütün
müslümanların bunları iyi öğrenmesi lâzımdır. (Yûsuf Sinânüddîn)
MENÎ:
Yerinden şehvetli (lezzetli) veya şehvetsiz olarak kopup, ayrılıp,
erkekten koyu beyaz, kadından akıcı sarı olarak gelen sıvı.
Erkek olsun kadın olsun menî şehvetle çıkınca veya ihtilâm ile yâni
rüyâda şehvetlenip uyandığı zaman menî veya mezy akmış olduğunu gören
kimse, cünüp olur yâni gusül (boy) abdesti alması lâzım gelir. (İbn-i
Âbidîn)
Dayak yemek, ağır bir şey kaldırmak veya bir yerden düşmek gibi
sebeplerle (şehvetsiz) menî çıkınca, Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde
gusül abdesti almak lâzım olmaz. Şâfiî mezhebinde ise, lâzım olur. Şâfiî
mezhebini taklid eden Hanefî'nin, buna da dik kat etmesi lâzımdır.
(İbn-i Âbidîn)
Hanefî mezhebinde menî, mezy ve idrârdan sonra çıkan vedî ismindeki
beyaz, bulanık, koyu sıvı, kaba necâsettir. (İbn-i Âbidîn)
MENKIBE (Menkabe):
Bir zâtın güzel iş, söz ve hallerini, hayâtını konu edinen hikâye ve
hâtıralar. Çoğulu menâkıbdır. (Bkz. Menâkıb)
Ebû Bekr'in radıyallahü anh bir menkıbesinde şöyle anlatılır: Hazret-i
Ebû Bekr bir defâsında şüpheli bir şey yemişti. Bunu anlayınca, hemen
zorla istifrâ edip (kusup), mîdesini boşalttı ve sonra şöyle duâ etti:
"Allah'ım! Bilmeden yaptım. Çıkarabild iğim kadarını çıkardım. Beni
bundan ve damarlarımda kalanlardan hesâba, sorguya çekme" diye yalvardı.
(A. Şa'rânî)
Osman radıyallahü anh hakkında bir menkıbe de şöyledir: Bir gün hazret-i
Osman, kölesinin kulağını biraz şiddetli çekmişti. Sonra bu yaptığına
pişmân oldu. Kölesine; "Ben senin kulağını nasıl çekmişsem, sen de benim
kulağımı öyle çek" buyurdu. Köleni n edebinden yapmak istemediğini
görünce ısrâr etti. Aynısını yaptırıp, onunla helâllaştı. (Yûsuf
Nebhânî)
Hazret-i Ebû Bekr'in menkıbeleri, tevâzuu ve cömertliği dillerde destan
olmuştur. 142 hadîs-i şerîf bildirmiştir. Kur'ân-ı kerîmi toplayarak
İslâmiyete en büyük hizmeti yapmıştır. Ensâb ilminde çok ileri olup eşi
yok idi. (M. Sıddîk Gümüş)
MENKÛL:
1.Nakledilebilen, taşınabilen.
Menkûl malların kabz edilmeden önce satılması câiz değildir. (Mecelle)
Vakıf veya mîrî yer üzerindeki ağaçlar ve binâlar menkûl kabûl edilir.
(Mecelle)
2.Başkasından bildirilen, ulaşan haber, söz. (Bkz. Nakil)
MENNÂN (El-Mennân):
"Çok ihsân eden" mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel
isimlerinden).
MENSÛH:
Hükmü yürürlükten kaldırılmış. Sonraki hükümle değiştirilmiş dînî hüküm.
(Bkz. Nesh)
Dört mezheb imâmının ve bunların yetiştirdiği büyük âlimlerin bir
hadîs-i şerîfi görmemelerine imkân ve ihtimâl yoktur. Onlardan
hiçbirinin bir hadîs-i şerîfe uymaması bu hadîsin mensûh veya tevili,
îzâhı olduğuna icmâ hâsıl olur. (Senâullah Dehlevî)
Mezheb imâmının bildirdiği bir meseleye muhâlif bir hadîs-i şerîf
görülürse, bunu mezheb imâmı veya talebesi olan müctehidler görmüş olup,
mesûh olduğu veya delîli noksan olup, sıhhati (doğruluğu) sâbit olmadığı
bilinmeli. Bu meselenin başka sahîh ha dîsten alınmış olduğu
düşünülmelidir. (Dâvûd bin Süleyman)
Ehl-i sünnet âlimleri, Kur'ân-ı kerîmdeki muhkem (hüküm bildiren),
müteşâbih (mânâsı kapalı), nâsih (hükmü kaldıran) ve mensûh âyet-i
kerîmeleri ayırmışlardır. Mukallid olanların bu hususta müctehid
imâmlara tâbi olmaları lâzımdır. (İbn-i Hümâm)
MERDÛD:
1. Reddedilen, kabûl edilmeyen.
Bir kimse, dinde olmıyan bir şey, bir yenilik meydana çıkarırsa, bu şey
merdûddur. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek, insanı Allahü teâlâdan
uzaklaştırır. Teberrî etmedikçe, tevellî olmaz; yâni düşmandan
uzaklaşmadıkça, dosta dostluk olmaz. Düşmanlık, düşmanlara yapılmalıdır.
Dostlara düşmanlık merdûddur. (İmâm-ı Rabbânî)
"Peygamber efendimizi rüyâda gördüm. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk da
yanında idi. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Yâ Ebâ Bekr! Ahmed'in
(İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin) makbûlü (Kabûl ettikleri, beğendikleri)
benim makbûlümdür ve Allahü teâlânın makbûl üdür. Ahmed'in merdûdünü ben
ve Allahü teâlâ sevmeyiz." (Ahmed Fârûkî)
İnsanoğlu son nefeste rûhunu teslim edeceği zaman, susayarak ve yüreği
yanıp tutuşarak dört yanına bakar. İnsan bu hâldeyken, şeytan fırsat
bulup, îmânını almak için, başının ucuna gelir. O merdûd, elinde bir
kadeh tutar. İçinde buzlu su, hastanın ba şının ucunda o kadehi çalkalar
ve; "(Hâşâ) Âlemlerin yaratıcısı yoktur dersen, bu suyu sana veririm"
der. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Allahü teâlânın huzûrundan kovulmuş, reddedilmiş mânâsına, şeytan.
MERFÛ' HADÎS:
Sahâbe-i kirâmın (Resûlullah efendimizin sohbetinde yetişmiş mübârek
arkadaşlarının); "Resûlullah'tan işittim, böyle buyurdu" diyerek haber
verdikleri hadîs-i şerîf. Buna, hadîs-i mevsûl de denir. (Bkz. Hadîs)
MERHABA:
1."Hoş geldiniz" mânâsına iltifât tâbiri.
Fakîrler, bir adamı Resûlullah efendimize gönderdiler. Adam; "Ben,
fakirlerin sana gönderdikleri bir elçiyim (görevliyim)" deyince;
Peygamber efendimiz; "Sana ve seni gönderenlere merhabâ, onlar benim
sevdiğim kimselerdir" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Buhârî ve Müslim'in rivâyet ettiği (naklettiği, bildirdiği) mîrâc
(Peygamberimizin göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü
gece) ile ilgili hadîs-i şerîfte, Resûl aleyhisselâm, mîrâc yolculuğunda
yedi semâ (gök) katında da; "Merhabâ" diye rek karşılanmıştır.
(Abdülhak-ı Dehlevî)
Kelime-i şehâdet getirmenin (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne
Muhammeden abdühû ve resûlüh demenin) yüz otuz kadar faydası vardır.
Bunlardan ölürken olan faydasından birisi de; Merhabâ ey mü'min! Sen
cennetliksin" denmesidir. (M. Ali Nâsıf) Merhabâ ey uşşâka sâkî merhabâ
Merhabâ ey âli sultân merhabâ Merhabâ ey derde dermân merhabâ Merhabâ ey
şefî'-i rûz-i cezâ Merhabâ sen rahmetenli'l-âlemîn.
(Süleymân Çelebi)
2."Râhat oturun" mânâsına bir iltifat tâbiri.
MERHALE:
Menzil, konak. İki konak arası. Bir kimsenin bir günde yürüdüğü yol.
Merhale otuz dört kilometre ve beş yüz altmış beş metredir. Bir kimsenin
bir günde yürüdüğü yoldur. Akşama kadar hep yürümesi şart değildir. Kısa
günde sabah namazından, öğleye kadar yürümesi kâfidir. (İbn-i Âbidîn)
MERHAMET:
Şefkat, acıma, bağışlama.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
... Allahü teâlâ kullarına çok merhamet edicidir. (Bekara sûresi: 207)
... Allahü teâlâ sonsuz mağfiret ve nihâyetsiz merhamet sâhibidir.
(Zümer sûresi: 53)
Birbirlerine merhamet edenlere Allahü teâlâ merhamet eder. O, merhamet
edicidir. Yeryüzündekilere merhamet ediniz ki, gökte olanlar da size
merhamet etsin. (Hadîs-i şerîf-Mişkât)
Allahü teâlâ merhameti yüz parçaya ayırdı. Doksan dokuzunu kendi katında
alıkoydu. Yeryüzüne birtek parça indirdi. Bu bir parça yüzünden mahlûkât
(yaratıklar) birbirine merhamet ederler. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Şeytan; "Allahü teâlâ rahîmdir, affeder" diyerek insanı günâh işlemeğe
sürükler. Hâlbuki kıyâmet günü düşmanlara merhamet olunmayacaktır.
(İmâm-ı Rabbânî)
Ey oğlum! Merhamet eden merhamet bulur. Sükût eden selâmete erer. Hayır
söyleyen kâr eder, kazanır. Kötü konuşan, günâhkâr olur. Diline hâkim
olmayan pişman olur. (Lokman Hakîm)
Gençlikte Allahü teâlânın kahrından, azâbından korkmak, titremek
lâzımdır. İhtiyarlıkta affına, merhametine sığınmalıdır. (Ahmed Fârûkî)
MERTEBE:
Derece, makam.
Mukarreb olan büyükler nefislerine köle olmaktan kurtulmuşlardır. Allahü
teâlâ için hâlis kul olmuşlardır. Bu mertebe mukarreblerin en üstün
derecesidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Vilâyet yâni evliyâlık mertebelerinin sonu, en yükseği Abdiyyet
makâmıdır. Vilâyet derecelerinde, Abdiyyet makâmının üstünde hiçbir
derece yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)
Mertebe-i Vehm:
Var olmadığı halde, var görünen.
Bir ipin ucuna bir taş bağlayıp, öteki ucundan tutup, ipi elimiz
etrâfında çevirirsek, dönen taş, karşıdan dâire şeklinde görünür. Dönen
taş, nokta-i cevâledir (dönen noktadır). Görünen dâire de vehmîdir,
hayâlîdir. Aslında dâire yoktur. Yalnız bir g örünüştür. İşte Allahü
teâlâ bütün mahlûkları mertebe-i vehmde yaratmıştır. Fakat görünüşlerini
devâm ettirmektedir. Âlem mevhumdur sözünün mânâsı budur. (İmâm-ı
Rabbânî)
Hâriçte mevcûd olan yalnız Allahü teâlâdır. Mehlûkların hepsi mertebe-i
vehmde olup, O'nun kudretinin görünüşleridir. (İmâm-ı Rabbânî)
Hak teâlâ eşyâyı his ve mertebe-i vehmde yaratmıştır. Onları varlıkta
durdurmaktadır. Ebedî işleri ve sonsuz azâb ve nîmetleri bunlara bağlı
kılmıştır. (İmâm-ı Rabbânî)
MERVE:
Kâbe-i muazzamanın yakınında bulunan ve hacda, aralarında sa'y denilen
ibâdetin yapıldığı iki tepeden biri. (Bkz. Safâ ve Merve)
Son yapılan asfalt caddelere göre, Mina ile Mekke arası dört buçuk, Mina
ile Müzdelife arası 3.3 ve Müzdelife ile Arafat arası 5.4 kilometre,
Safâ ile Merve arası üç yüz otuz metre, Safâ tepesindeki kemer ile Kâbe
arası yetmiş metre oldu. (M. Sıddîk Gümüş)
MERYEM SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin on dokuzuncu sûresi.
Meryem sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Doksan sekiz
âyet-i kerîmedir. Hazret-i Meryem ve onun Îsâ aleyhisselâmı dünyâya
getirmesi anlatıldığından, sûre bu ismi almıştır. Sûrede; Îsâ
aleyhisselâmın, hazret-i Meryem'den babasız olarak dü nyâya gelmesi
kıssası, Mûsâ, İsmâil, İdrîs peygamberlerin aleyhimüsselâm medhi ve
bunlardan sonra gelen bâzı kavimlerin kötülükleri, inkârcıların kıyâmet
günü uğrayacakları azâb bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Senâullah
Dehlevî, Muhammed bin Hamza)
Allahü teâlâ Meryem sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Mü'minler) orada (Cennet'te) boş söz işitmezler, ancak (meleklerden
veya birbirlerinden) selâm işitirler. Orada, sabah-akşam rızıkları da
(ayaklarına) gelecektir. (Âyet: 62)
MESÂNÎD:
Meşhûr ve çok kıymetli hadîs kitablarından; İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in
"Müsned'i", Ebû Ya'lâ'nın "Müsned'i", Abdullah Dârimî'nin "Müsned'i" ve
Ahmed Bezzâr'ın "Müsned'i"nin hepsine birden verilen isim. (Bkz. Müsned)
MESBÛK:
Cemâatle namaz kılınırken imâma birinci rek'atte yetişemeyen yâni ilk
rek'atin rükûundan sonra imâma uyan kimse.
İmâm iki tarafa selâm verdikten sonra, mesbûk ayağa kalkarak
yetişemediği rek'atleri kazâ eder (kılar) ve kırâatleri (okumayı)
birinci, sonra ikinci, sonra üçüncü rek'at kılıyormuş gibi okur.
Oturmağı ise, dördüncü, üçüncü ve ikinci rek'at sırası ile yâni sondan
başlamış olarak yapar. (Halebî)
MESCİD:
Müslümanların ibâdet yaptıkları yer.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
De ki: "Rabbim adâleti emr buyurdu. Her mescidde yüzünüzü kıble tarafına
çevirin ve dinde samîmi olarak O'na ibâdet edin. İlkin sizi nasıl O
yarattı ise, yine O'na döneceksiniz. (A'râf sûresi: 29)
Ey âdemoğulları! Her mescid huzûrunda namaz kılacağınız zaman zînetinizi
(avretinizi örten elbisenizi) giyiniz. Yiyin-için, ama isrâf etmeyin.
Çünkü Allahü teâlâ isrâf edenleri sevmez. (A'râf sûresi: 31)
Mescidleri yol yapmayınız! Mescidlere zikr ve salât (namaz) için
giriniz. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)
Her kim Allahü teâlânın rızâsını umarak küçük veya büyük bir mescid
yaparsa, Allahü teâlâ da ona Cennet'te köşk yapar. (Hadîs-i
şerîf-Tirmizî)
Arz kıtalarının efdali (kıymetlisi) mescidlerdir. Câmi ehlinin de en
efdali, ilk girip son çıkandır. İlk cemâate gelen, ilk müslüman olan
gibidir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Mescidler yeryüzünde Allahü teâlânın evleridir. Mescidde namaz kılanlar,
Allahü teâlânın misâfirleridir. (Hazret-i Ömer-ül-Fârûk)
Mescide giren münâfıklar, kafesteki serçe kuşlarına benzer. Kafesin
kapısı açılır açılmaz uçarlar, kaçarlar. (İmâm-ı Mâlik)
Mescidde oturan kimse, Allahü teâlânın huzûrunda demektir. (Hazret-i
Ömer-ül-Fârûk)
Ne mutlu evlerini mescid yapanlar. Mescidler, takvâ sâhiplerinin
(haramlardan ve günâhlardan sakınanların) evleridir. (Ka'b-ül-Ahbâr)
Mescid-i Aksâ:
Kudüs'te Süleymân aleyhisselâm tarafından yaptırılan mescid. Beyt-i
Mukaddes (Makdis).
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Her türlü noksanlıktan) münezzeh bulunan (Allah) , kulunu (Muhammed
sallallahü aleyhi ve sellemi) geceleyin (Mekke'deki) Mescid-i Harâm'dan
alıp, kendisine âyetlerimizi gösterelim diye; etrâfını mübârek
kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götürdü. Muhakkak O Semî'dir (işitendir) ve
Basîrdir (görendir). (İsrâ sûresi: 1)
Resûlullah efendimiz yatağında iken uyandırılıp, mübârek bedeni ile
Mekke şehrinden Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya ve oradan göklere ve yedinci
gökten sonra Allahü teâlânın dilediği yerlere götürüldü. Mîrâca böyle
inanmak lâzımdır. (M. Hâlid-i Bağdâdî)
Resûlullah efendimiz Mîrâc gecesi, Mescid-i Aksâ'da peygamberlere imam
olup, yatsı yâhut sabah namazını kıldırdı. (M. Hâlid-i Bağdâdî)
1099 yılında haçlı ordusu Kudüs'e girdi.Şehirdeki halkın hepsini
kılınçtan geçirdi. Mescid-i Aksâ'ya sığınmış olan yetmiş binden ziyâde
müslüman öldürdü. Bunlar içinde âlimler, zâhidler, eli silah tutmaz
ihtiyarlar çoktu. (Ahmed Cevdet Paşa)
Mescid-i Dırâr:
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz zamânında münâfıkların
(inanmadıkları hâlde, müslüman görünenlerin) fitne, fesâd yuvası ve
silah deposu olarak Kubâ'da yaptırdıkları mescid.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Bir de şunlar var ki, küfür için, mü'minlerin arasına tefrika (ayrılık)
sokmak için ve bundan evvel Allah ve Resûlü ile harb edeni (râhip Ebû
Amr'ın gelmesini) beklemek ve gözetmek için Mescid-i Dırârı yaptılar.
Bununla berâber, hüsn-i niyetten başka bir murâdımız yoktu diye yemîn de
ederler. Fakat Allah şâhid ki, bunlar şeksiz şüphesiz yalancıdırlar.
(Tevbe sûresi: 107)
Mescid-i Harâm:
Ka'be-i muazzamanın etrâfında üstü açık olan câmi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Namazda) yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir. Bu emir Rabbinden gelen
bir gerçektir. Allah sizin yaptıklarınızdan gâfil değildir. (Bekara
sûresi: 149)
Mescid-i Harâm'da namaz kılmanın fazîleti, benim bu mescidimde (Mescid-i
Nebî) yüz namaz kılmaktan daha fazîletlidir. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i
Ahmed bin Hanbel)
Kâbe ve etrâfındaki Mescid-i Harâm, müslümanların namazda kıblesidir.
Buraya dönmeleri farzdır. Yeryüzünde ilk mescid, Ka'be etrâfındaki
Mescid-i Harâmdır. Her tavâftan sonra Mescid-i Harâm içinde iki rek'at
namaz kılmak sünnettir. (Eyyûb Sabri Azrakî, İbn-i Âbidîn)
Hazret-i Ömer zamânından önce Mescid-i Harâmın duvarları yıkıktı.
Ka'be'nin etrâfında bir meydancık ve sonra evler vardı. Halîfe Ömer,
Ka'be etrâfına bir metreye yakın yükseklikte duvar çevirerek Mescid-i
Harâm meydana geldi. Sonra da muhtelif zamanl arda yenilendi. Bugünkü
şekli on yedinci Osmanlı Pâdişâhı Dördüncü Sultan Murâd Han tarafından
yapılmıştır. (Eyyûb Sabri)
Mescid-i Harâm, Arabistan'daki Mekke-i mükerreme şehrinde olup,
etrâfında üç sıra kubbe vardır. Kubbeleri beş yüz adettir. Kubbelerinin
altında 462 direk vardır. Mescid-i Harâm dikdörtgen gibi olup, kuzey
duvarı 164, güneyi 146, doğu duvarı 106, batı sı 124 metre
uzunluğundadır. Mescid-i Harâmın 19 kapısı olup, doğu duvarında dört,
batıda üç, kuzeyde beş, güneyde yedidir. Yedi minâresi vardır. (M.
Sıddîk Gümüş)
Mescid-i Hîf:
Yetmiş peygamberin namaz kıldığı bildirilen Minâ'daki mescid.
Mescid-i Hîf'te yetmiş peygamber namaz kıldı. Onlardan birisi Mûsâ
aleyhisselâmdır, sanki ben onu katvani iki aba giymiş gibi deve üzerinde
ihramlı görür gibiyim. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Eğer Mekkeli olsaydım, her Cumartesi Minâ'ya gidip, Mescid-i Hîf'te
namaz kılardım. (Ebû Hüreyre)
Mescid-i Kıbleteyn:
Peygamber efendimiz Medîne-i münevverede öğle veya ikindi namazında iken
kıblenin Kudüs'ten Kâbe'ye döndürülmesi emrinin geldiği mescid.
Mescid-i Kubâ:
Resûlullah efendimizin Mekke'den Medîne'ye hicret ederken Kubâ köyünde
yaptıkları mescid.
Câmilerin efdali (en üstünü)Kâbe-i muazzama, sonra bunun etrâfındaki
Mescid-i Harâm, sonra Medîne-i münevveredeki Mescid-i Nebî, sonra
Kudüs'teki Mescid-i Aksâ ve sonra Medîne-i münevvere şehri yanındaki
Mescid-i Kubâ'dır. (Alâlüddîn Haskefî)
Mescid-i Nebî:
Peygamber efendimizin, hicretten sonra Eshâb-ı kirâm (mübârek
arkadaşları) ile birlikte Medîne-i münevverede inşâ ettiği mescid, câmi.
Mescid-i Resûl, Mescid-i Saâdet ve Mescid-i Şerîf de denilmektedir.
Yalnız üç mescide ziyâret için gidilir. Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebî,
Mescid-i Aksâ. (Hadîs-i şerîf-Minhat-ül-Vehbiye, Şevâhid-ül-Hak)
Sultan Abdülmecîd Han, Mescid-i Nebî'nin eski şeklini, İstanbul'da
Hırka-i Şerîf Câmiinde bulundurmak için emir buyurmuş, bunun için, 1267
senesinde, mühendis mektebi hocalarından binbaşı ressam Hacı İzzet
Efendi Medîne'ye gönderilmiştir. İzzet Efend i, her yeri ölçerek elli üç
defâ küçültülmüş bir modelini yapıp İstanbul'a gönderdi. Sultan
Abdülmecîd Han'ın yaptırdığı Hırka-i Şerîf Câmiine kondu. (Eyyûb Sabri
Paşa)
Medîne'de yaşayanların, kuraklık olduğu zaman yağmur duâsı için Mescid-i
Nebî'de toplanmaları daha iyi olur. Çünkü orada Resûlullah efendimizden
başka bir şey vâsıtasıyla Allahü teâlâdan bir şey istenmez ve bir şeye
kavuşulmaz. Resûlullah efendimizin de, Mescid-i Nebî içinde yağmur duâsı
yapmış olduğu Buhârî'de ve Müslim'de yazılıdır. Duâ edilen yer, ne kadar
şerefli ise, rahmet yağması o kadar çok olur. (Hasen Şernblâlî)
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem âşıklarının temiz kalblerinden
çıkan sözler, edebe, saygıya uygunsuz görünürse, bunlara bir şey
dememeli, susmalıdır. Buradaki edeblerden, saygılardan biri de
susmaktır. Âşıklardan biri, Kabr-i seâdetin yanın da her sabah ezân
okur, namaz uykudan daha iyidir derdi. Mescid-i Nebî hizmetçilerinden
birisi, Resûlullah'ın huzûrunda terbiyesizlik yapıyorsun diyerek, bunu
dövdü. Bu da; "Yâ Resûlallah! Yüksek huzûrunuzda adam döğmek, söğmek,
edebsizlik sayılmaz m ı?" dedi. Biraz sonra döğen kimsenin felç olduğu,
eli ayağı tutmadığı görüldü. Üç gün sonra da öldü. (Hâfız Ebü'l-Kâsım,
Sâbit bin Ahmed Bağdâdî)
Mescid-i Seâdet:
Mescid-i Nebî.
Mescid-i Seâdeti tâmir ve tezyîn için Sultan Abdülmecîd Han kadar çok
para harcayan ve gayret eden hiçbir kimse olmamıştır. Harameyni tâmir
için yedi yüz bin altın sarfetmiştir. Tâmir 1277 (m. 1861)de tamam
olmuştur. Her gün Resûlullah'a bir hizmette bulunmuştur. Bu yolda keşf
ve kerâmetleri de görülmüştür. (Eyyûb Sabri Paşa)
Ahmed bin Muhammed Sofî (rahimehullahü teâlâ) diyor ki, Hicaz çöllerinde
varlığım kalmadı. Medîne'ye Mescid-i Seâdete geldim. Hücre-i Seâdet
yanında Resûlullah'a selâm verdim. Bir yana oturup uyudum. Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) görünüp; "Ahmed geldin mi?Avucunu aç!"
buyurdu. Avucumu altınla doldurdu. Uyandım. Ellerim altın dolu idi.
(Merrâkûşî)
Mescid-i Şerîf:
Mescid-i Nebî.
Medîne şehrindeki Mescid-i şerîf'i hicretin birinci senesinde Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem), Eshâb-ı kirâm ile birlikte yaptılar.
Hicretin ikinci senesi, Receb ayında, kıblenin Kudüs'ten Kâbe'ye dönmesi
emrolununca, mescidin Mekke'ye karşı olan kapısı kapatılıp karşı tarafa,
yâni Şam tarafına yeni bir kapı açıldı. Şimdi bu kapıya Bâb-üt-tevessül
denmektedir. Medîne'de, Kudüs'e karşı on altı ay kadar namaz kılındı.
Mekke'de iken, önce Kâbe'ye karşı namaz kılınırdı. Hicretten az bir
zaman önce, Kudüs'e karşı kılınması emrolundu. Mescid-i Şerîf'in kıblesi
değiştirilirken, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kâbe'yi
mübârek gözleri ile görerek, kıblenin cihetini tâyin eyledi.
Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kıldığı yer, minber
ile Hücre-i Seâdet arasında olup, minbere daha yakındır. Haccâc'ın
Medîne-i münevvereye gönderdiği mıshaf, büyük bir sandık içinde
olduğundan, bu sandık, bu yerin önündeki direğin sağ tarafına
konulmuştu. Buraya ilk mihrâbı Ömer bin Abdülazîz koymuştur. (Eyyûb
Sabri Paşa)
Fıkıh âlimlerimiz (rahimehümullahü teâlâ) hac vazifesini yaptıktan
sonra, Medîne-i münevvereye gelerek Mescid-i Şerîf'te namaz kılarlardı.
Sonra Ravda-i Mutahhera ile minber-i münîri ve Arş-ı a'lâdan efdal olan
Kabr-i şerîfi, sonra oturdukları, yürüd ükleri, dayandıkları yerleri,
vahy geldiği zaman dayandıkları direği ve mescid yapılırken ve tâmir
edilirken çalışan ve para vermekle şereflenen Eshâb-ı kirâmın ve
Tâbiînin (radıyallahü teâlâ anhüm ecmâîn) geçtikleri yerleri ziyâret
ederler, görmekle bereketlenirlerdi. Onlardan sonra gelen âlimler,
sâlihler de, hacdan sonra Medîne'ye gelirler, fıkıh âlimlerimiz gibi
yaparlardı. Bugüne kadar hacılar da, bunun için Medîne-i münevverede
ziyâret yapmaktadırlar. (M. Sıddîk Gümüş)
MES'ELEDE MÜCTEHİD:
Mezheb reîsinin bildirmediği mes'eleler için, mezhebin usûl ve
kâidelerine bağlı kalarak, dînî delillerden hüküm çıkaran âlimler.
Tahâvî, Hassâf, Kerhî, Şems-ül-eimme Halvânî,Şems-ül-eimme Serahsî,
Fahr-ül-islâm Pezdevî, Kâdıhân ve benzerleri mes'elede müctehid
âlimlerdir. (İbn-i Kemâl Paşa)
MESH:
1.Mest denilen ayakkabıyı abdestle giydikten sonra, abdest bozulup,
yeniden alırken, ayakları yıkamayıp elleri ıslatarak, sağ elin yaş beş
parmağını sağ mest, sol elinkini de sol mest üzerine boylu boyunca
yapıştırıp ayak parmakları ucundan bacağa do ğru çekme.
Resûlullah efendimiz abdest almak istediklerinde ben su döktüm. Abdest
aldılar ve mestleri üzerine meshettiler. (Mugîre bin Şu'be)
Mest üzerine mesh müddeti mukîm (yolcu olmayan) için yirmi dört saat,
misâfir için üç gün üç gece yâni yetmiş iki saattir. Bu müddet, mesti
giydiği zaman değil, mest giydikten sonra abdesti bozulduğu zaman
başlar. (İbn-i Âbidîn)
Mest üzerine mesh etmeyi Eshâb-ı kirâmdan yetmişin üzerinde sahâbî
bildirmiştir. Bunlardan biri de hazret-i Ali'dir. (Abdullah-ı Süveydî)
Gusül (boy) abdesti alırken veya teyemmüm ederken mest üzerine mesh
edilmez. (Halebî)
2.Bir uzva veya sargıya ıslak eli sürme.
İmâme, yâni sarık ve kalensüve, yâni takke ve her başlık ve bürka' yâni
peçe ve maske üstüne ve eldiven üstüne mesh etmek câiz değildir. (İbn-i
Âbidîn)
Cebîre yâni kırık kemiğin iki yanına bağlanan tahtalar üzerine mesh
câizdir. (Halebî)
MESÎH:
1. Îsâ aleyhisselâmın isimlerinden.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Meryem oğlu Mesîh bir peygamberden başka bir şey değildir. Ondan evvel
de peygamberler gelip geçmiştir. Anası çok sâdıka (doğru) bir kadındı...
(Mâide sûresi: 75)
Meryem oğlu Mesîh, Allah'ın kendisidir diyenler, şüphesiz kâfir
olmuşlardır. Hâlbuki (Bizzât) Mesîh şöyle demişti: "Ey İsrâiloğulları!
Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Zîrâ kim
Allah'a ortak (eş) koşarsa, (hiç şüphesiz) Allah, ona Cennet'i haram
kılar. Onun varacağı yer ateş (Cehennem) dir. Zâlimlerin hiçbir
yardımcısı yoktur. (Mâide sûresi: 72)
Ve: "Biz, Allah'ın peygamberi Meryem oğlu Mesîh Îsâ'yı öldürdük"
demeleri sebebiyle (dir ki, kendilerini rahmetimizden) kovduk. Hâlbuki
onlar onu öldürmediler, onu asmadılar da. Fakat (öldürülen ve asılan
adam) kendilerine (Îsâ) gibi gösterildi. Esâsen, Îsâ'nın katli
(öldürülmesi) husûsunda ihtilâfa düştüler. (Bu konuda) kesin bir şek
(şüphe) içindedirler. Onların buna (onun öldürülmesine) âit hiçbir
bilgileri yoktur. Ancak kuru bir zan peşindedirler. Onu gerçekten
öldürmemişlerdir. (Nisâ sûresi: 157)
Azîz ve celîl olan Allahü teâlâ, diğer peygamberlerden mîsâklarını
(sözleşmelerini) aldığı gibi, benden de mîsâk aldı. Meryem oğlu Mesîh
Îsâ, beni müjdeledi ve Peygamberinizin annesi, rüyâsında, iki ayağının
arasından bir nûr çıktığını ve o nûr ile Şam'ın köşklerinin
aydınlandığını gördü. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Îsâ aleyhisselâma niçin Mesîh dendiği husûsunda tefsîr âlimlerinden
çeşitli rivâyetler (nakiller) gelmiş olup, bâzıları şunlardır:
a) Her türlü pisliklerden uzak, günâhlardan temizlenmiş olduğu için bu
isim verilmiştir. b) Hangi hastaya dokunsa, Allahü teâlânın izni ile
hasta iyi olurdu. Bunun için mesîh denilmiştir. c)Îsâ aleyhisselâmın
yeryüzünde çok seyâhat etmesi sebebiyle b u isim verilmiştir. d)Mesîh,
İbrânî dilinde mübârek mânâsındadır. Hazret-i Îsâ'nın şeref ve
fazîletinin üstünlüğünü bildirmek için bu mânâya işâretle Mesîh
denilmiştir. (Fahreddîn-i Râzî)
2. Kıyâmete yakın yeryüzünde çıkacağı bildirilen, son derece kıvırcık
saçlı, gözü dışarı fırlamış kâfir bir genç olan Deccâl'e verilen isim.
Dikkat ediniz! Deccâl Mesîh'in sağ gözü şaşıdır. Onun gözü sanki
salkımındaki emsâlinden dışarı çıkmış, iri bir üzüm tânesi gibidir.
(Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Deccâle de Mesîh denir ki, onun hâşâ fazîletlerle (güzelliklerle,
iyiliklerle) hiçbir ilgisi yoktur. Ona Mesîh denmesinin sebebi, gözünün
birinin silik olup, tek gözlü olduğu veya kendisinden hayır silindiği,
yâhut ortaya çıktığında, yeryüzünü kısa z amanda dolaşacağı içindir.
(Ahmed Nâim Efendi)
MESKÛKÂT:
Belli ağırlıkta basılmış olan altın ve gümüş paralar.
Meskûkâttan altın paralara (dînâr); gümüş paralara (dirhem) denir.
(Eyyûb Sabri Paşa)
MESNEVÎ:
1.Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin (kuddise sirruh) yirmi altı bin beytten
meydana gelen ve altı defter olan meşhûr eseri.
Mesnevî'deki hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz şöyle buyurdu:
"İçinizde gizli olan düşmanı anlatsam, yiğitlerin ödü patlar,
akıllıların aklı mahv olurdu. Ne gönlünüzde duâ edip yalvarmaya, ne oruç
tutmaya ve ne de namaz kılmaya kuvvet bulabilirdiniz."
Bir tasavvuf âliminin huzûrunda, senelerce dirsek çürütüp, emek verip
pişmeden, olgunlaşmadan Mesnevî okutmak, tasavvuf kitablarını yalnız
kendi bilgisine göre açıklamaya kalkışmak zararlı olur. (Abdülhakîm
Arvâsî)
İslâm dînine inanmayanlar, vaktiyle Allahü teâlânın Tevrât ve İncîl
kitaplarını değiştirdikleri gibi, zaman zaman din büyüklerinin
kitablarına da el uzattılar. Kitaplara bâzı şeyler karıştırdılarsa da az
zamanda meydana çıkarıldı. Celâleddîn-i Rûmî h azretleri bu sebepten
dolayı Mesnevî'sini nazm şeklinde yazarak, düşmanlarının değiştirmesine
imkân bırakmamıştır. (M. Sıddîk bin Saîd)
2. Edebiyâtta bir nazım şekli olup, iki mısrânın bir biri ile kâfiyeli
hâli. Bu sebeple her beyti kâfiyeli olan eserlere mesnevî denir.
MEST:
Abdest alırken ayağın yıkanması farz olan yerini yâni topuklarla
birlikte ayakları örten deriden yapılmış su geçirmez ayakkabı.
Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'i sevip üstün tutmak, hazret-i Osman
ve Ali'yi sevmek ve mest üzerine mesh etmek; Ehl-i sünnet (Peygamber
efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanların) alâmetlerindendir.
(Muhammed Rebhâmî)
Mestin, bir saat yol yürüyünce, ayaktan çıkmayacak şekilde sağlam ve
ayağa uygun olması lâzımdır. Ağaçtan, camdan, mâdenden mest olmaz.
(İbn-i Âbidîn)
Mestli kimsenin, abdesti bozulunca, bu abdestsizlik, abdest uzuvlarına
yayılırken ayaklara değil, mestlere yayılır. Mestlerin hadesten (mânevî
kirlilikten) temizlenmesi de mesh etmekle olur. (Halebî)
Hanefî mezhebinde ayağın üç parmağı sığacak kadar yırtığı bulunan bir
mest üzerine mesh etmek câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)
MESTÛRE:
Örtünmüş, örtülü.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamânında, hür kadınlar mestûre
idiler. Bir kadının, hizmetçi olmayıp, hür hanım olduğu mestûre
olmasından belli olurdu. (Abdülhakîm Arvâsî)
Kadınlar, cihâda mestûre olarak zevci veya mahremi (nikah düşmeyen
akrabâsı) ile gider. (İbn-i Âbidîn)
Mestûre hanımlar sokak başlarında birbirleriyle mecburiyet olmadıkça
konuşmamalı, harama düşmemeye çok dikkat etmelidir. (Senâullah Dehlevî)
MEŞAKKAT:
Zorluk, güçlük, zahmet.
Babanın evlâdı üzerinde hakkı, baba kızdığı zaman ondan korktuğunu
gösterip ona boyun eğmek, açlık ve meşakkat esnâsında önce babasını
düşünüp onu kurtarmaktır. Çünkü iyiliğe karşı iyilikle karşılık veren,
akrabâlık hakkını yerine getirmiş değildir. Belki akrabâları sıla-i
rahmi (ilgiyi) kestiği zaman onları arayıp soran kimse akrabâlık hakkını
îfâ etmiş (yerine getirmiş) olur. (Hadîs-i şerîf-Edeb-üd-Dünyâ ve'd-Dîn)
Bir işte meşakkat görülünce ruhsat (izin) ve vüs'at (genişlik kolaylık)
gösterilir. Meselâ meşakkat sebebiyle borcunun tamâmını birden ödemek
imkânı bulunmayan borçluya, borcunu taksitle ödemesi için müsâade
edilir. (Mecelle, Ali Haydar Efendi)
MEŞ'AR-ÜL-HARÂM:
Mekke-i mükerremede, Arafât ile Minâ arasında bulunan Müzdelife'nin
sonunda Cebel-i kuzah yakınında bir yer. Meş'ar, şiâr (alâmet) yeri
demektir. Meş'ar denmesi; ibâdet yeri olması; haram diye
vasıflandırılması ise, hürmeti ve kıymeti sebebiyledir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Hac mevsiminde ticâretle) Rabbinizden rızık istemenizde bir günâh
yoktur. Arafât'tan (orada vakfeden sonra seller gibi) boşanıp (hep
birlikte) aktığınız zaman Meş'ar-ül-harâmın yanında Allah'ı zikr edin. O
size nasıl hidâyet ettiyse siz de O'nu öyle anın..." (Bekara sûresi:
198)
Haccın sünnetlerinden biri; Müzdelife'de vakfeye fecr (tan yeri)
ağardıktan sonra durmaktır. Gece Müzdelife'de yatıp, fecr açılırken
sabah namazını hemen kılıp Meş'ar-ül-harâm denilen yerde ortalık
aydınlanıncaya kadar vakfeye durulur. Güneş doğmadan önce Minâ'ya
hareket edilir. (Alâüddîn Haskefî)
MEŞÂYIH:
Şeyhler, velîler, evliyâ. Şeyh kelimesinin çoğuludur.
Bir kimse, meşâyıhın ervâhı (ruhları) hep hâzırdır, bilirler dese, îmânı
gider. Allahü teâlânın izni ile hâzır olurlar dese küfr olmaz. (Muhammed
bin Kutbüddîn İznikî ve İmâm-ı Birgivî)
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem; "Hesâba çekilmeden
evvel, hesâbınızı görünüz" emirleri sebebi ile bâzı meşâyıh her gün ve
her gece yaptıkları işlerden kendilerini hesâba çekerdi. (Muhyiddîn-i
Arabî)
Meşâyıh-ı Kirâm:
Büyük velîler, büyük zâtlar.
Meşâyıh-ı kirâmın büyüklerinden biri diyor ki: Diri iken tasarruf
(himmet, yardım) yaptıkları gibi, öldükten sonra da tasarruf, yardım
yapan dört büyük velî gördüm. Bunlardan ikisi, Ma'rûf-i Kerhî ile
Abdülkâdir-i Geylânî hazretleridir. (Ahmed Hamevî)
Meşâyıh-ı Müstakîm-ül-Ahvâl:
Hâlleri İslâmiyet'in emirlerine uygun olan zâtlar.
Evliyâya hâsıl olan hâller, keşfler, eğer Peygamberimize sallallahü
aleyhi ve sellem tâbi olmakla berâber ise, nûr üstüne nûr olur ve
şerîatin (İslâmiyet'in) incelikleri onda hâsıl olmağa başlar.Sahâbe-i
kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşları) he psi ve Selef-i sâlihin
(ilk asrın müslümanları) ve Meşâyıh-ı müstakîm-ül-ahvâl böyle idi.
(İmâm-ı Rabbânî)
MEŞHÛR HADÎS:
İslâm'ın ilk asrında bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan,
yâni bir kimsenin Resûl-i ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve
bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği hadîs-i şerîfler. (Bkz. Hadîs)
Meşhûr hadîse inanmayanın îmânı kalmaz, müslümanlıktan çıkar. (İbn-i
Âbidîn)
MEŞÎHAT-I İSLÂMİYYE:
Bâb-ı fetvâ (fetvâ kapısı). Şeyhülislâmın bulunduğu yer.
İlmiye teşkilâtının en yüksek makâmı meşîhat-ı İslâmiyye idi. Meşîhat
dâiresinin en büyük vazifelisi şeyhülislâm idi. (Ahmed Cevdet Paşa)
Ulemâdan Ahmed ibni Kemâl Paşa, Kânûnî Sultan Süleymân Han zamânında
1526'dan, 1534 senesine kadar meşîhat-ı İslâmiyye makâmında idi.
Cinnîlere de fetvâ verirdi. Bunun için Müftî-yüs sakaleyn (insan ve
cinlere fetvâ veren müftî) adı ile meşhûr oldu. (Mecdî Efendi)
MEŞİYYET:
İrâde, dileme, isteme. (Bkz. İrâde)
MEŞREB:
Yaratılış, tabiat, huy.
İnsanların akılları değişik, anlama kâbiliyetleri farklı olduğundan,
herkes yaratıcıyı aradığında O'nu kendi tabîatına, meşrebine, ilim ve
idrâkine (anlayışına) uygun bir tarzda tasavvur etmiştir. Çünkü insan,
aklının aczi ve noksanlığı sebebi ile an lamadığını, bilmediğini
bildikleri gibi sanmıştır. Hakîkati bulduk dedikleri çoğu zaman,
mecûsîlik, putperestlik gibi şerrin, bâtıl (asılsız) şeylerin tam içine
dalmış, bu sebeple şirk (ortak koşma) ve dalâlete düşmüşlerdir. İnsan
kendi başına yaratıcıyı lâyıkiyle anlayamayacağından; merhâmetlilerin en
merhâmetlisi olan Allahü teâlâ her asırda, her kavme peygamberler
göndermiştir. Böylece işin hakîkatini, doğrusunu insanlara öğretmiştir.
(Harputlu İshâk Efendi)
Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretlerinin keşfleri çok doğru ve çok kuvvetli
olup, uzak memleketlerdeki talebesinin evliyâlığın hangi mertebesinde
olduğunu, meşrebinin nasıl olduğunu haber verirdi. (Bedreddîn Serhendî)
MEŞRÛ':
Şerîate (İslâmiyet'e) uygun şey.
Tevekkül, sebeblere yapışmayıp, tembel oturmak değildir. Çünkü böyle
olmak Allahü teâlâya karşı edepsizlik olur. Müslümanın meşrû bir sebebe
yapışması lâzımdır. Sebebe yapışıp çalışmaya başladıktan sonra tevekkül
edilir. (Muhammed Bâkî-Billah)
Ana-babanın meşrû emirlerine âsî olanlar mel'ûndur. (Süleymân bin Cezâ)
Bedendeki bütün âzâlar birer emânettir. Bu nîmetleri meşrû şekilde ve
meşrû yerlerde kullanırsan, emin kimselerden olur, cenâb-ı Hakk'a karşı
tam şükretmiş olursun. Bu emânetleri gayri meşrû yerlerde kullanan
insan, Allahü teâlâya isyân ve hıyânet et miş olur. (Süleymân bin Cezâ)
Humûd huylu olan kimse, helâl olan zevkleri, meşrû olan arzulara terk
eder. Ya kendi helâk olur, yâhut nesli kesilir. (Ali bin Emrullah)
MEŞVERET:
Aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören kimse ile bir konu üzerinde fikir
alış-verişinde bulunma; danışma. (Bkz. Müşâvere)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Onlar ki, Rableri için dâvete icâbet etmekte namazı dosdoğru
kılmaktadırlar. Ve işlerinde meşveret eder, kendilerine verdiğimiz
rızıktan (hak yolunda) sarfederler. (Şûrâ sûresi: 38)
Eğer ben bir kimseyi meşveret etmeksizin âmir tâyin edecek olsa idim,
elbette İbn-i Mes'ûd'u tâyin ederdim. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed)
Meşveret etmek, insanı pişman olmaktan koruyan bir kal'a gibidir.
(Muhammed Hâdimî)
Meşveret olunan kimsenin, bilmediğini veya bildiğinin aksini söylemesi
günâhtır. (Sâdî-i Şîrâzî)
Herhangi bir işini bahîl yâni hasîs kimselere danışma. Çünkü, seni sonra
insanlar arasında rezîl ve rüsvâ eyler. Sâlih kimseler ile meşveret et.
(Süleymân bin Cezâ)
Meşveret etmek sünnettir. Zîrâ danışarak iş yapan zarar etmez. Peygamber
efendimiz eshâbı ile çok meşveret ederdi. Bir iş için akıl, takvâ
(haramlardan sakınma), hikmet (ilim ve fen) ve tecrübe sâhibi on kişiye
danışırdı. (Muhammed bin Ebû Bekr)
METÂ':
Faydalanılan şey.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Dünyâ hayâtı ancak insanları aldatıcı metâ'dır. (Âl-i İmrân sûresi: 185)
Kadın erkek, hiçbir çekinme ve kaçınma olmaksızın berâber oturmak,
konuşmak ve görüşmek sûretiyle kadınlara hürmet ediyoruz ve haklarını
yerine getiriyoruz diyenler; hakîkatte kadınları tahkîr etmekte,
aşağılamakta ve ticâret metâı olarak kullanmakta dırlar. (Harputlu İshak
Efendi)
METAFİZİK:
Fizik ve akıl ötesi. Beş duyu organıyla ve tecrübeyle anlaşılamayan
şeyler. Fizik ötesini araştıran ilim, ilâhiyyât.
Metafizik bilgilerden çürük bozuk olanları dîne uymaz. Bu ilimler
öğrenilince, din bilgilerinin aklî ilimlere uyan ve aklî bilgilerle
çözülmeyen yerleri ve sebebleri meydana çıkar. Akla uygun sanılmayan,
aklın erişemediği mes'elelerin inkâr edilemeye ceği anlaşılır. (Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî)
Bütün nutuklarımda, atomdaki enerjiden nasıl istifâde edilebileceğini
anlattım. Şimdi aklımıza haklı olarak şu suâl gelmektedir. Bu muzzam
kudreti küçücük yere kim ve nasıl koydu?Buna ancak metafizik cevap
verecektir. Ben ve arkadaşım atom bilgini Ha hn bu cevâbı İslâm dîninin
verdiği fikrindeyiz. (W. Heisenberg)
METÂNET:
Sağlamlık, dayanıklı olma.
Türklerde önce, itâat (söz dinlenme, emre uyma) duygusunu kırmak ve
mânevî râbıtalarını (bağlarını) parçalamak, dînî metânetlerini
zayıflatmak îcâb eder. Bunun da en kısa yolu, an'anât-ı milliyye (millî
geleneklerine) ve mâneviyyelerine (mânevî değer lerine) uymayan hâricî
(dış) fikirler (düşünceler) ve hareketlere alıştırmaktır. (Patrik
Gregoryus)
Kadınların hayâsı, erkeklerden daha çok sabırlı ve metânetli olmalarını
sağlar. Onların birçok ağır işlere atılmalarını da önler. (M. Sabri
Efendi)
|