Dini Sözlük

 

 

İS-İZ


İSTİRCÂ':
Belâ ve musîbet zamânında veya kötü bir haber duyunca "İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râci'ûn (Muhakkak ki Allahü teâlânın kullarıyız, vefât ettikten sonra diriltilme ve neşr ile yine O'na döneceğiz) (Bekara sûresi: 156) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuya rak Allahü teâlâya sığınmak. (Bkz. İnnâ Lillâh ve İnnâ İleyhi Râci'ûn)
Mükâfâtın büyük olması, belâ ve acının büyüklüğüne göredir. Allahü teâlâ sevdiği kimselere belâ ve musîbet verir. Eğer istircâ' ederler, rızâ gösterirlerse, Allahü teâlâ da onlardan râzı olur. Şâyet uğradıkları belâdan dolayı isyân ederlerse, Allahü teâlâ onlara gazâb eder. (Enes bin Mâlik)

İSTİSGÂR:
Küçük ve aşağı görmek.
Hıkddan (kin tutmaktan) doğan kötülükler on birdir: Hased (kıskanmak), şemâtet (başkasının başına gelen belâ ve musîbete sevinmek), hicr (dargınlık), istisgâr, gıybet (başkasının arkasından, duyunca üzüleceği şeyleri konuşmak), sırrı ifşâ etmek, yaym ak, başkası ile alay etmek, onlara eziyet ve sıkıntı vermek, başkasının hakkını ödememek ve affa mâni olmak. (Hâdimî)

İSTİSKÂ:
Kıtlık, kuraklık vaktinde, sahrâya çıkıp, yağmur yağdırması için Allahü teâlâya yalvarmak, duâ etmek. Yağmur duâsı. (Bkz. İstiskâ Namazı)
İstiskâ için hamd ile, günâhlara pişmân olup tövbe ederek duâ yapılır. Resûlullah efendimiz, Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizi gören ve mübârek sohbetinde bulunan arkadaşları) ve asırlardan beri İslâm âlimleri, yağmur duâsı yaptılar. (Ahmed Tahtâvî)
İstiskâ duâsı için; ara vermeden üç gün çıkmak, çıkmadan sadaka vermek, üç gün oruç tutmak, çok tövbe etmek, kul haklarını ödemek, hayvanları da çıkarıp, yavrularından ayrı bulundurmak, ihtiyârları ve çocukları da çıkarmak sünnettir. (Mehmed Zihni Efendi)

İstiskâ Namazı:
Kıtlık, kuraklık vaktinde, yağmur yağması için sahrâda kılınan namaz.
İstiskâ namazı için çıkılan yerde imâm, evvelâ yalnızca veya cemâat ile iki rek'at namaz kılar ve asâya dayanıp bir hutbe okur. Sonra kıbleye dönüp, avuçları semâya karşı açık olarak omuzları hizâsına kaldırıp ayakta duâ eder. Hazır olanlar, arkasınd a oturarak dinleyip "âmîn" der. (Ahmed Tahtâvî)

İSTİSNÂ':
Ismarlama. Bir san'at sâhibinden belirli bir işin, belirli özelliklerde yapılmasını istemek. Meselâ bir terzi ile kumaşı ve benzeri malzemeleri ondan olmak üzere bir kat elbise dikmesi için sözleşme yapmak.
İstisnâ'da parayı peşin vermek câiz olduğu gibi, belli olmayan zamanlarda taksitlerle ödemek de şart edilebilir. (İbn-i Âbidîn)
İki taraftan biri ölürse, istisnâ' bâtıl olur, bozulur. (İbn-i Âbidîn)
İstisnâ'da malzeme san'at sâhibine âittir. Malzemeyi müşteri verirse işçilik olur. (İbn-i Âbidîn)

İSTİŞÂRE:
Danışma, mühim bir iş için güvenilir birisiyle fikir alış-verişinde bulunma.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Uhud harbinde sen, Allahü teâlâdan gelen bir merhâmetle onlara yumuşak davrandın. Eğer katı yürekli olsaydın elbette onlar etrâfından dağılıp giderlerdi. Artık onları affet. Onlara Allah'tan mağfiret dile. İş husûsunda onlarla istişâre et. Bir kere de azmettin mi, artıkAllah'a güven! Çünkü Allah tevekkül edenleri (her işte kendisine güvenenleri) sever. (Âl-i İmrân sûresi: 159)
Onlar ki, Rableri için dâvete icâbet etmekte, namazı dosdoğru kılmaktadırlar, işleri de aralarında hep istişâre ederler, kendilerine verdiğimiz rızıktan (hak yolunda) sarfederler. (Şûrâ sûresi: 38)
Resûlullah efendimize Eshâbının; "Kur'ân-ı kerîm ve sünnette bulamadığımız bir olay ile karşılaştığımızda ne yapalım?" diye sormaları üzerine; "Onu sâlih kimselerden sorun ve onların istişâresine arz edin" buyurmuştur. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
İstişâre eden pişman olmaz. İstihâre eden zarar etmez. (Hadîs-i şerîf-Ikd-ül Ferîd)
İstişâre eden doğruyu bulur, mahrûm olmaz. (İmâm-ı Gazâlî)

İSTİŞFÂ':
Yardım istemek. (Bkz. Şefâat)

İSTİVÂ:
Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih, yâni görülen, ilk anlaşılan mânâların verilmesi akla ve dîne uygun olmayıp günâh olan ve bu sebeble tevîl etmek yâni uygun olan mânâları vermek îcâb eden kapalı sözlerden biri.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Sonra Rabbiniz arş üzerine istiva etti. (A'râf sûresi: 54)
Selef-i sâlihîn, müteşâbih âyet-i kerîmelerin mânâlarını Allahü teâlâya havâle etmişlerdir. Nitekim birisi gelip, Mâlik bin Enes'e radıyallahü anh Allahü teâlânın istivâsı hakkında sorunca, başını eğdi bir müddet sonra onda ter görüldü ve: "İstivâ ma 'lûmdur, bilinir. Keyfiyyeti (nasıl olduğu) meçhûldür, bilinmez. Ona îmân etmek gerekir. Ondan sormak bid'attir, dalâlettir, sapıklıktır. Zannediyorum sen bid'at ehlisin" dedi ve emrederek o şahsı oradan sürdürdü. Fakat sonra gelen Ehl-i sünnet âlimleri, zamanlarındaki bid'at fırkalarının böyle âyet-i kerîmeleri yanlış açıklamalarına cevab vermek zarûreti ortaya çıkınca böyle âyet-i kerîmeleri te'vîl etme, açıklama ihtiyâcını duydular. Dînin esaslarına uygun olarak açıkladılar. Meselâ, lugat mân âsı el demek olan yed kelimesini Allahü teâlânın kudreti, yüz mânâsına gelen vech lafzını (sözünü) Allahü teâlânın zâtı diye te'vîl ettikleri (açıkladıkları) gibi, istivâyı da Allahü teâlânın hâkimiyeti gibi uygun bir mânâ ile te'vîl ettiler, açıkladılar. Çünkü Allahü teâlâ, bir mekânda bulunmaktan, orada yerleşmekten münezzehdir, yücedir. (İbn-i Halîfe Alîvî)

İSYÂN:
Karşı gelme, baş kaldırma, âsî olma.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Fakat Allahü teâlâ size îmânı sevdirmiş ve onu kalblerinize zînet yapmıştır. Küfrü, fıskı ve isyânı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır. (Hucurât sûresi: 7)
Âdemoğlu secde âyetini okuyup secde ederse, şeytan ağlayarak uzaklaşır ve; "Vay hâlime; Âdemoğlu secde etmeye me'mur oldu ve hemen secde etti. Bu sebeple Cennet onundur. Ben de secde ile emrolundum; ama ben isyân ettim. Bu sebeble Cehennem de benimdir" der. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Anaya-babaya iyilik ve hizmet edenlerin ömrü bereketli ve uzun olur. Ana ve babasına isyân edenlerin ömrü bereketsiz ve kısa olur. Ana ve babasına isyân eden mel'ûndur. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ul-Cenne)
Bir kimse, evliyânın meşhûrlarından İbrâhim Edhem hazretlerinden nasîhat isteyince, buyurdu ki: "Şu altı şeyi kabûl edersen hiçbir işin sana zarar vermez.
1) Günâh yapacağın zaman, Allahü teâlânın verdiği rızkı yeme! Rızkını yiyip de, O'na isyân etmek doğru olur mu?
2) O'na âsî olmak istersen O'nun mülkünden çık! Mülkünde olup da, O'na isyân etmek lâyık olur mu?
3) O'na isyân etmek istersen, gördüğü yerde yapma! Görmediği bir yerde yap!O'nun mülkünde olup, rızkını yiyip, gördüğü yerde günâh yapmak, uygun değildir.
4) Can alıcı melek, rûhunu almağa geldiği zaman, tövbe edinceye kadar izin iste. O meleği kovamazsın. Kudretin var iken, o gelmeden önce tövbe et! O da bu saattir. Zîrâ Melek-ül-mevt (ölüm meleği) ânî gelir.
5) Mezarda Münker ve Nekir ismindeki iki melek geldikleri vakit onları kov, seni imtihan etmesinler! Soran kimse dedi ki; "Buna imkân yoktur." İbrâhim Edhem buyurdu ki: "Öyleyse şimdiden cevap hazırla!"
6) Kıyâmet günü Allahü teâlâ "Günâhkâr olanlar, Cehennem'e gitsin!" diye emredince, ben gitmem de! Soran kimse dedi ki: "Bu sözümü dinlemezler." Bunun üzerine o kimse tövbe etti ve ölünceye kadar tövbesinden vazgeçmedi. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

İŞÂ:
Yatsı vakti.

İşâ-i Evvel:
Yatsının ilk vakti. Batıdaki mer'î (görünen) ufuk hattı üzerinde, kırmızılığın kaybolması ile başlayan vakit. Güneşin üst kenarının ufk-ı mer'î altında, on yedi derece yüksekliğe indiği vakit.
Yatsı namazının vakti, İmâmeyn'e (İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed'e) göre işâ-i evvelden sonra başlar. Diğer üç mezhebde de böyledir. İmâm-ı a'zam'a göre işâ-i sânîden yâni beyazlık kaybolduktan sonra başlar. Fecrin ağarmasına (imsak vaktine) ka dar devâm eder. (İbn-i Nüceym, Ahmed Ziyâ Bey)

İşâ-i Rabbânî:
Hıristiyanların, dinlerinin temel inançlarından biri gibi kabûl ettikleri akşam yemeğinde güyâ Îsâ aleyhisselâmın etini yiyip, kanını içerek onunla birleşeceklerine ve böylece günâhlarının döküleceğine inanmaları.
Îsâ aleyhisselâmın tebliğ ettiği nasrânîlik ile, göğe kaldırılmasından sonra ortaya çıkarılan ve çeşitli kiliselerin inandığı hıristiyanlık, birbirinden çok farklıdır. Îsevî dîni va'z ve nasîhat idi. Îsevîlik'de vaftîz ve İşâ-i Rabbânî gibi âyinler y ok idi. (Ülfet Azîz Essamed)
İşâ-i Sânî: Batıdaki mer'î ufuk hattı üzerinde beyazlığın kaybolması ile başlayan vakit; güneşin üst kenarının ufk-ı mer'î altında on dokuz derece yüksekliğe indiği ve şafağın kaybolduğu tam karanlık vakit.

İŞÂRET-İ NASS:
Nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) görünen mânâsından başka, ayrıca maksûd olmayan, kastedilmeyen bir mânâyı da bildirmesi.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Onların (boşanmış kadınların) ma'rûf vechile (örf ve âdete göre) yiyeceği, giyeceği, çocuk kendisinin olana (babaya) âittir. (Bekara sûresi: 233) Âyet-i kerîme, boşanmış emzikli kadınların yiyecek ve giyeceklerinin boşayan erkeklere âit olduğunu bild irmektedir. Ayrıca, âyet-i kerîme, işâret-i nass yoluyla da çocuğun nesebinin (soyunun) babaya âit olduğunu da ifâde etmektedir. (Serahsî)

İŞMOİL ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hârûn aleyhisselâmın neslinden olup, Mûsâ aleyhisselâmın dînini tebliğ etmiştir.
İşmoil aleyhisselâm peygamber olarak gönderilmeden önce, Mısır ve Kudüs arasındaki Bahr-i Rûm (Rum denizi) sâhillerinde yaşayan Amâlikalılar, İsrâiloğullarına musallat olmuşlardı. Amâlikalılar, İsrâiloğullarına saldırdılar, pekçok kimseyi öldürüp, on binlerce kimseyi esir ettiler. Mûsâ aleyhisselâmdan beri içerisinde Tevrat'ın bulunduğu ve İsrâiloğulları için birlik ve berâberliğin sembolü olan Tâbût'u da aldılar. Bilhassa Tâbût'un gitmesine çok üzülen İsrâiloğulları dağılıp, perişan bir hâle dü ştüler. Kendilerini bu durumdan kurtaracak bir peygamber göndermesi için duâ edince, Allahü teâlâ İşmoil aleyhisselâmı peygamber gönderdi. İşmoil aleyhisselâm İsrâiloğullarına Tevrât'ın emir ve yasaklarını tebliğ etti. İsrâiloğulları önce İşmoil aleyhisselâmı yalanladılar, sonra itâat ettiler. İsrâiloğullarına Allahü teâlâ tarafından Tâlût'un hükümdâr tâyin edildiği bildirildi. İsrâiloğulları Tâlût'un hükümdarlığını kabûl etmediler. Nihâyet çeşitli îtirâzlardan sonra Tâlût'un hükümdârlığını kabû l ettiler. İçerisinde Tevrât'ın bulunduğu Tâbût'u Amâlikalılardan alıp, İsrâiloğullarına getiren Tâlût, onlardan büyük bir ordu kurdu. Amâlikalılara karşı harbe hazırladı. İşmoil aleyhisselâm Amâlikalılara karşı harbe giderken bir nehirden su içip içmemekle imtihân edileceklerini bildirdi. Bahs edilen nehre gelince, Tâlût'un emrini dinlemeyip nehirden su içen İsrâiloğulları imtihanı kaybedip perişan ve sefîl hâlde geri döndü. Aralarında henüz peygamberliği bildirilmemiş olan Dâvûd aleyhisselâmın da bulunduğu Tâlût'a itâat eden az sayıda bir topluluk nehri geçip Amâlika kavmine gâlib geldi. Amâlika kavmi hükümdârı Câlût'u, Dâvûd aleyhisselâm öldürdü. Nihâyet İsrâiloğulları düşmanlarına gâlib gelip kuvvetlendiler.
İşmoil aleyhisselâm İsrâiloğullarına on bir sene peygamberlik yaptı. Peygamberliğinin on birinci senesinden sonra Tâlût'u İsrâiloğullarına hükümdâr tâyin edip elli iki yaşında vefât etti. (İbn-ül-Esîr, Taberî, Mirhaund)

İŞRÂK VAKTİ:
Güneşin ufuk hattından beş derece (bir mızrak boyu) yükselmesinden, yâni güneşin çıplak gözle bakılamıyacak kadar parlamasından îtibâren başlayan zaman, bayram namazı vakti. (Bkz. Duhâ-i Sugrâ)
Güneşin doğmaya başlamasından işrâk vaktine kadar her türlü namazı kılmak tahrîmen (harama yakın) mekrûhtur. ( Dâmâd)
Ramazân bayramı ve Kurban bayramının birinci günlerinde, güneş doğduktan ve farz olsun, nâfile olsun namaz kılmak mekruh olan vakit çıktıktan sonra, yâni işrâk vaktinde, iki rek'at bayram namazı kılmak, erkeklere vâcibdir. (İbn-i Âbidîn)

İŞRÂK NAMAZI:
İşrâk vaktinde, güneş bir mızrak boyu yükseldikten sonra kılınan namaz.
Sabah namazını kıldıktan sonra dünyâ kelâmı söylemeden kıbleye karşı durup, güneş bir mızrak yükseldikten sonra iki rek'at işrak namazı kılan kimse, şüphesiz cennetliktir. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)

İŞTİBÂK-ÜN-NÜCÛM:
Güneş battıktan sonra, yıldızların çoğunun görünmesi, yâni güneşin arka kenârının, şer'î ufuk altına on derece irtifâ'a (yüksekliğe) inmesi.
Akşam namazını, vaktin evvelinde kılmak sünnettir. İştibâk-ün-nücûm vaktinden sonraya bırakmak haramdır. Hastalık ve seferî (yolcu) olmak gibi bir durum olursa, yıldızlar çok görülünceye kadar geciktirilebilir. (İbn-i Âbidîn)
Kapalı havalarda, ezân okunsa bile, güneş battığına kanâat getirmedikçe, iftâr etmemeli, orucu açmamalıdır. İştibâk-ün-nücûmdan evvel iftâr edince, müstehab olan ta'cîl (acele etme) yapılmış olur. (İbn-i Âbidîn)

İTÂ'AT:
Söz dinleme, boyun eğme, emre göre hareket etme. Sözünden çıkmama.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruluyor ki:
Allahü teâlâya ve O'nun peygamberlerine itâat edenler, âhirette Peygamberlere ve sıddıklara ve şehîdlere ve sâlihlere verilen nîmetlere ortak olacaklardır. (Nisâ sûresi: 69)
Allahü teâlâya ve O'nun Resûlüne ve siz müslümanlardan olan âmirlere itâ'at ediniz. (Nisâ sûresi 59)
Kim bana itâat ederse Allahü teâlâya itâat etmiş ve her kim bana isyân ederse (karşı gelirse) Allahü teâlâya isyân etmiş olur. Bir de kim âmire itâat ederse bana itâat etmiş, kim âmire isyân ederse bana isyân etmiş olur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Ey insanlar! Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmak kolaydır. Bunun için O'na itâat ediniz. Cehennem ateşine düşmeyiniz. Çünkü dayanamazsınız. (Kâ'b-ül-Ahbâr)
Bir insanın itâatkâr kul olmasının aslı dört şeydir: Birincisi, uzun emelli olmamak. İkincisi, cenâb-ı Hakk'ın va'dinden emin olmak. Üçüncüsü, cenâb-ı Hakk'ın taksîmine, verdiğine râzı olmak. Dördüncüsü haram yememek. Kim bu dört şeyi yerine getirirs e, bütün mücâhedeleri yerine getirmiş olur. Nefsini itâat altına almış olur. (Ahmed Nâmıkî Câmî)
Allahü teâlâya itâat etmek bir hazîneye benzer. Bu hazînenin anahtarı duâ, anahtarın dişleri de helâl lokmadır. (Yahyâ bin Main)

İTÂB:
Azarlama.
Mekrûh (Resûlullah efendimizin beğenmediği ve ibâdetlerin sevâbını gideren şeyleri) işleyen veya müekked sünneti (Resûlullah efendimizin devamlı yaptıkları, pek az terk ettikleri kuuvvetli sünneti) özürsüz terk etmeyi âdet edinen kimse, itâb olunur. (Muhammed Es'ad)
Müstehâbı (Peygamber efendimizin, ömründe bir-iki kere işlediği hareketleri) terk edene azâb ve itâb olunmaz. (Kutbüddîn İznikî)

İ'TİKÂD (Îtikâd):
Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlâ tarafından, bildirdikleri şeylerin hepsine inanma veya inanılacak şeyler. (Bkz. Îmân)
Allahü teâlânın bildirdiği her din iki kısımdır. Biri, kalb ile inanılması lâzım olan bilgiler, diğeri beden ile veya kalb ile yapılacak ibâdet bilgileridir. Bunlardan îtikâd esasları her dinde aynıdır, dînin aslı ve temelidir. Din ağacının gövdesidi r. Amel ise, ağacın dalları yaprakları gibidir. Her müslümanın önce îtikâdını düzeltmesi, Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin bildirdikleri gibi inanması lâzımdır. Cehennem'in ebedî azâbından kurtulanlar ancak bu îtikâd üzere olanlardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Müslümanların birinci vazîfesi, îtikâdı düzeltip, Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmaktır. İkinci olarak, fıkıh (İslâmiyet'in emir ve yasaklarla ilgili) bilgilerini öğrenip, her şeyi bu bilgiye göre yapmaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

İ'tikâdda Mezheb:
Îmân edilecek, inanılacak husûslarda tâbi olunan, uyulan yol.
Îtikâdda mezhebler, Ehl-i sünnet ve'l-cemâat ve Ehl-i bid'at mezhebleri olmak üzere iki kısma ayrılır. Her müslümanın, Ehl-i sünnetin iki îmâmından birine yâni Îmâm-ı Mâturîdî ve İmâm-ı Eş'arî mezheblerinden birine uyması lâzımdır. Îmânla ilgili bilg ilerde bu iki imâmdan birine uymak insanı bid'at (bozuk) îtikâddan kurtarır. Çünkü Ehl-i sünnet âlimleri aklın ermediği bilgilerde yalnız Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uymuşlar, akıllarını yalnız bu ikisini anlamakta kullanmışlardır. (Muhammed Hâdimî, İmâm-ı Rabbânî)
Hanefî mezhebindekiler, îtikâdda Ebû Mansûr Mâturîdî hazretlerine tâbi olmuşlardır. Çünkü Ebû Mansûr Mâturîdî hazretleri, îtikâdî ve amelî hususlarda, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe'nin mezhebindedir. Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheblerinde bulunanlar, îtikâ dda Ebü'l-Hasen Eş'arî hazretlerine tâbi olmuşlardır. Ebü'l-Hasen Eş'arî hazretleri, Şâfiî mezhebinde idi. (Taşköprüzâde)
Îtikâdda mezhebimiz olan Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebinden başka, yetmiş iki fırkanın inançları yanlıştır, bozuktur, Cehennem'e gideceklerdir. Çünkü îtikâd mezheblerinin yetmiş üçe ayrılacağını, bunlardan yalnız birinin doğru, diğerlerinin bozuk ol acağını Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem haber vermiştir. Yanlış oldukları bildirilen yetmiş iki fırkaya bid'at (sapıklık) fırkaları denir. Bunların hiçbiri kâfir değildir. Hepsine müslüman denir. Fakat yetmiş iki mezhebden herhangi birinde bulunduğunu söyleyen bir kimse, Kur'ân-ı kerîmde veya hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş ve müslümanlar arasında yayılmış bilgilerden birine inanmazsa, kâfir olur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, İmâm-ı Rabbânî, Ahmed Tahtâvî)

İ'TİKÂF (Îtikâf):

İbâdet niyetiyle câmide bir müddet bulunmak. Îtikâf, nezr (adak) olursa vâcib, Ramazan ayının son on gününde sünnet, bunların dışında herhangi bir zamanda namaz kılmayı beklemek, göz-kulak günâh işlemesin niyetiyle mescidde bulunmak ise müstehâbdır ( sevâbdır). Îtikâfa girene mü'tekif denir.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Mescidlerde îtikâfta bulunduğunuz zaman kadınlarınıza yaklaşmayın. (Bekara sûresi: 187)
Îtikâfta olan kimseye bütün sevâbları yapıyormuş gibi ecir (sevâb) verilir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Allah için bir gün îtikâf yapmak, insanı Cehennem ateşinden uzaklaştırır. (Hadîs-i şerîf-Hakîm)
Peygamber efendimiz orucun farz kılınmasından sonra ömürlerinin sonuna kadar her Ramazanın son on gününde îtikâfta bulunmuşlardır. Bu, îtikâfın sünnet ile sâbit olmasının delîlidir. (M. Zihni Efendi)
Kadın, evinin mescidinde yâni namaz kılmak için ayırdığı bir odasında veya köşesinde îtikâf eder. Mescidde îtikâf etmez. (M. Zihni Efendi)

İ'TİMÂD-I NEFS:
Nefse güvenmek, bir iş için lâzım olan çalışmaları ve sebeplere yapışmayı bırakarak o işi başarırım diye kendine güvenmek.
İslâm dîni, çalışmayı ve Allahü teâlâya tevekkül etmeyi (güvenmeyi) emr eder. Îtimâd-ı nefs, İslâmiyet'in emirlerine karşı gelmektir. Mantık ilmine de uygun olmayan îtimâd-ı nefs, egoistliğe (bencilliğe) ve kendini beğenmeye yol açar. "Başkasının yum ruğunu yemeyen kendi yumruğunu batman taşı sanır" atasözü, îtimâd-ı nefsin yanlış olduğunu göstermektedir. Hakîkî bir müslüman îtimâd-ı nefs yerine, elden geldiği kadar sebeplere yapıştıktan sonra Allahü teâlâya tevekkül eder, güvenir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
İslâm düşmanları, insan îtimâd-ı nefs etmeli diyor. Müslümanlar ise, yalnız Allah'a güvenmelidir diyor. İslâm düşmanları tevekküle (Allahü teâlâya güvenmeye) inanmadıklarından, tevekkülden alınan kuvvet ve cesâretin yerini boş bırakmamak için îtimâd- ı nefs sözüyle bu ihtiyâcı karşılamak zorunda kalmışlardır. (Mustafa Sabri)

İTMİ'NÂN:
Huzûr, sükûn ve râhata kavuşma.
Kur'ân-ı kerîmde buyruldu ki:
Biliniz ki, kalbler yalnız Allahü teâlâyı zikretmekle itmi'nân bulur. (Ra'd sûresi: 30)
Kalbin itmi'nânının alâmeti, dînin emir ve yasaklarına tam uymaktır. (Hâcı Dost Muhammed)
İtmi'nân hâsıl olunca, nefste hiç azgınlık ve taşkınlık bulmuyorum. Şerîate tam uyduğunu görüyorum. Öyle ki, nefs, mâsivâyı (Allahü teâlâdan başkasını) tamâmen unutmuş olan kalb gibi olmakta, Allah'tan başka hiçbir şeyi görmez ve bilmez bir hâle gelm ektedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbin itmi'nânı zikr iledir. (İmâm-ı Rabbânî)

İTTİBÂ:
Tâbi olma, bağlanma, uyma.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey sevgili Peygamberim!Onlara de ki; eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da sizi sevmesini istiyorsanız, bana ittibâ ediniz! Allahü teâlâ, bana ittibâ edenleri sever. (Âl-i İmrân sûresi: 31)
Yâ Rabbî! Bize hakkı hak olarak göster ve ona ittibâ ile bizi rızıklandır. Bâtılı da bâtıl olarak göster ve ondan kaçınmakla bizi rızıklandır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Peygamber efendimize ittibânın ufak bir zerresi, bütün dünyâ lezzetlerinden ve bütün âhiret nîmetlerinden daha üstündür. Hakîkî üstünlük; O'nun sünnet-i seniyyesine ittibâ etmektir. (Ahmed Fârûkî)
Mezheb imâmlarına tâbî olmak, onları taklîd etmek demek; onların kendi emirlerini yapmak demek değildir. Onların Kitâb'dan (Kur'ân-ı kerîmden) ve Sünnet'ten (hadîs-i şerîflerden) bildirdiklerine ittibâ etmektir. (Abdülvehhâb-ı Şârânî)
Dört hak (doğru) mezhebden birine ittibâ etmeyen kimse, Ehl-i sünnetten (Resûlullah efendimiz ve dört halîfesinin yolundan) ayrılmış olur. (Ahmed Tahtâvî)

İTTİHÂD:
Birleşme.
Allahü teâlâ hiçbir şeyle ittihâd etmez. Hiçbir şey de O'nunla ittihâd etmez. (İmâm-ı Rabbânî)
Her şeyden, her mahlûktan, Allahü teâlâya giden bir yol vardır. Çünkü, her mahlûkun (yaratılmışın) kendisi ve sıfatları (özellikleri) Allahü teâlânın kudretinin eseridir. Bu eserlerin sâhibini bulan uyanık bir kimse, o gizli yolu ve mânevî bağı görür , anlar. Eşyânın Allahü teâlâya delâlet etmesi, O'nu göstermesi için O'nunla ittihâd etmesi lâzım gelmez. Duman ateşi haber verir ise de ateşle bir birleşmesi yoktur (o, ateşten tamâmen ayrı bir şeydir. (İmâm-ı Rabbânî)

İTTİKÂ:
Allahü teâlâdan korkma, haramlardan, günâhlardan sakınma. (Bkz. Takvâ)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Küçük hatâlar müstesnâ günâhların büyüklerinden ve fuhşiyattan kaçınanlara gelince; muhakkak Rabbin mağfireti bol olandır. O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve annelerinizin karnında ceninler iken sizi (bütün hâllerinizi) en iyi bilendir. O hâlde kendinizi temize çıkarmayın. O, ittikâ edenleri en iyi bilendir. (Necm sûresi: 32)
Ey âdemoğulları! Size aranızdan âyetlerimi anlatacak peygamberler gelir de kim ittikâ eder de hâlini ıslâh ederse, onlara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzûn da olmayacaklardır. (A'râf sûresi: 35)
Haramlardan ittikâ eden, hayvanlara zulmetmeyen, ücretsiz bir iş yaptırmayan ve herkesin elindekini onun helâl mülkü bilen kimse takvâ sâhibi (haramlardan kaçınmış) olur. (İbn-i Âbidîn)

İYÂDET-İ MARİZ:
Hasta ziyâreti.
İyâdet-i mariz sünnettir. Hastanın kimsesi yoksa bunu yoklamak vâcib olur. (İbn-i Âbidîn)

İZ'ÂN:
Anlayış, kavrayış.
Aklımız ve iz'ânımız, âhiret hayâtının, dünyâ hayâtı ile mukâyese edilemeyecek kadar önemli olduğunu bize göstermektedir. Seâdet (mutluluk) iki türlüdür: Biri âhiret seâdeti, diğeri dünyâ seâdetidir. Bu iki seâdetten hangisi önemlidir? Âhiret seâdeti nin pek mühim olduğunu akıl ve iz'ân sâhibi insanlar kolaylıkla anlıyabilir (Abdülhakîm Arvâsî)

İz'ân-ı Kalb:
Kalbin kabul ve tasdîki.
İz'ân-ı kalb olmadıkça, yalnız bilmekle îmâna kavuşulamaz. (Ahmed Fârûkî)

İZÂR:
Kefenin baştan ayağa kadar olan ve genişliği bir metreyi bulan parçası.
Erkeğin kefeninin üç parça olması sünnettir: İzâr, kamîs (entârî gibi uzun gömlek) ve lifâfe (başı ve ayakları geçecek uzunlukta ve baş üstünden ve ayak altından uçları büzülüp bezle bağlanan parça). (İbrâhim Halebî)

İZHÂR:
Açıklamak, ortaya çıkarmak. İki harfi birbirinden ayırmak mânâsına tecvîd ilminde bir terim.
Tenvin veya sâkin nundan sonra hemze, he, ayn, ha, gayn ve hı harflerinden biri gelirse, tenvin veya sâkin nun izhâr olunur. (Karabaş Efendi)

İZTİBÂ (İdtıbâ):
Hac ve ömre ibâdetlerinde erkeklerin giydikleri dikişsiz iki parçadan meydana gelen ihramın üst parçasının bir ucunu sağ koltuk altına alıp diğer ucunu sol omuz üzerine atmak.
İztibâ erkeğe sünnettir. (Mehmed Zihnî Efendi)

İZZET:
1. Üstünlük, yücelik, azîz olma.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Onlar ki, mü'minleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Gücü kuvveti onların yanında mı arıyorlar? Şüphe yok ki, bütün izzet ve kudret Allah'ındır. (Nisâ sûresi: 139)
İzzet İslâm'dadır. İslâm'ın ahkâmına (emir ve yasaklarına) uyan, azîz olur. Bu ahkâmı beğenmeyip, izzeti, huzûru, saâdeti başka şeylerde arayan zelîl olur. (Hazret-i Ömer)
Dünyâyı kazanmakta nefsler için zillet, âhireti kazanmakta ise nefsler için izzet vardır. Acabâ niçin insanlar, bâkî olan âhireti istemekteki izzetin yerine fânî olan dünyâyı isteyerek zilleti seçerler. (Ebû Ali Rodbârî)
2. Hürmet, saygı. Çünkü bildin mü'minin kalbinde bir Allah var, Niçin izzet etmedin ol beyte kim Allah var.
(Lâ Edrî)