Bir padişahın üç oğlu vardı. Her biri görgülü, anlayışlı ve
zekiydi. Cömertlikte, cesarette, şeref ve haysiyetlerine
düşkünlükte hiç birbirlerinden aşağı kalır yanı yoktu.
Şehzadeler, üç mum gibi padişahın gözünün ışığı idiler. Bir
gün babalarının huzuruna çıktılar. Ülkenin idarî ve ekonomik
durumunu yakından görmek için izin istediler. Babaları izin
verdi. Helâllik alıp vedalaşacakları zaman padişah onlara,
''Gönlünüz nereye gitmek istiyorsa, oraya gidin. Hangi şehri
veya kaleyi denetlemek istiyorsanız orayı denetleyin. Yalnız
Hoşrüba (akıl kapan) kalesine gitmeyin. Çünkü o kale, keder ve
belâ kalesidir. Tehlikelerle doludur. Her tarafı güzel
resimlerle süslü bu kale, sizi aldatmasın. Sakın ola, o kaleye
girip de resimlerine bakmayın. Arzularınızın yolunuzu
kesmesine izin vermeyin. Sözümü dinlemezseniz, ebedî olarak
kurtulamayacağınız bir belaya düşersiniz'' dedi. Şehzadeler,
''Emrettiğin gibi hareket ederiz babacığım. Buyruğundan dışarı
çıkmak bize uygun düşmez'' diyerek yola koyuldular.
Şehzadeler, babalarının nasihatini yerine getirmek konusunda
kendilerine çok güveniyorlardı. Ondan dolayı inşâllah demeyi
unuttular. Allah'ın yardımını dilemediler.
Uzun bir zaman ülkeyi dolaşan şehzadelerin gönlüne, yasaklanan
kaleye gitmek arzusu düştü. Çünkü insanın yaratılışında,
yasaklanan şeye karşı bir meyil vardır. Hz. Âdem ile Havva da
yasaklanan meyveyi yediklerinden dolayı yeryüzüne gönderilmedi
mi?
Şehzadeler ülkenin ücra bir köşesinde unutulmuş bu kaleye,
belki de hiç uğramayacaklardı. Babalarının oraya gitmeyi
yasaklaması, gönüllerini o tarafa çekti.
O kalenin, denize ve karaya açılan beşer kapısı vardı.
Binlerce güzel resim arasında hayran hayran dolaşan
şehzadeler, çok güzel bir kızın resmini gördüler. Gördükleri
bu resim onların gönüllerine aşk ateşini saldı. Güzel kızın
sevdası gönüllerine mızrak gibi saplandı. Seyrettikçe
iştiyakları arttı.
Babalarının nasihatini dinlemediklerinden dolayı bin pişman
oldular. Onları aşk belâsından korumak için kaleye gitmeyi
yasakladığını anladılar, fakat iş işten geçmişti.
Bu dünya güzeli kız resminin kime ait olduğunu araştırmaya
koyuldular. Uzunca bir uğraştan sonra gönül gözü açık bir
şeyh, resmin sırrını onlara açıkladı. Şeyh,
''Ülker yıldızının bile kıskandığı bu kız, Çin padişahının
kızıdır. Çok özel bir şekilde korunmaktadır. Bulunduğu yerin
üzerinde kuşların bile uçmasına izin verilmez'' dedi.
Âşık ve dertli üç şehzade, baş başa verip ne yapmaları
gerektiğini konuştular. Hepsinin düşüncesi, sevdası, derdi
aynıydı.
Aşk belâsına karşı şikâyet etmemeyi, az ağlamayı, çokça
sabretmeyi kararlaştırıp Çin ülkesine doğru yola koyuldular.
Annelerini ve babalarını bırakıp, ileride padişah olup tahta
oturacakları ülkeyi terkettiler. Aşkları uğruna her şeyi
geride bırakarak, gizli sevgiliye yöneldiler.
Sabrı klavuz yaparak, bir müddet Çin ülkesinde dolaşan
şehzadelerin en büyüğü,
''Kardeşlerim, sevgiliden ayrı kalmak derdi, beni öldürecek.
Artık sabrım kalmadı, gücüm tükendi. Canım boğazıma geldi.
Sevgiliye kavuşmak arzusuyla yanıp tutuşmaktayım'' dedi.
Kardeşleri abilerine masal söyler gibi nasihat ettiler:
''Ağabey, kendine gel. Bizim yaramıza da tuz basma.
Tehlikeleri hesap etmeden hareket etme. Kanatları çıkmayan kuş
gibi, yuvadan uçmaya kalkışma. Silâhsız muharebeye girmekten
vazgeç. Hiç olmazsa tecrübe sahibi bir şeyhle görüş. Onun
tedbirini kendine rehber yap. İnsanda akıl yoksa, bir
başkasının aklını rehber edinmesi gerekir. İnsan için akıl,
kol ve kanat gibidir.''
Kardeşleri, ağabeylerini kararından döndürmek için daha birçok
söz söylediler. Tekrar tekrar öğüt verdiler. Fakat o verilen
öğütlere kulak asmadı. Büyük şehzade,
''Bu sözleriniz benim size karşı nefretimi artırıyor. Siz
göğsümün mangal gibi ateşle dolu olduğunu bilmez misiniz?
Sabrın yerine aşk geldi. Gönlümü yaktı, tutuşturdu. Ya başımı
alırlar ya da gönül verdiğim sevgilimin yüzünü görürüm'' dedi.
İki kardeş,
''Ağabey! Biz, bize göre doğru olanı yapıyoruz. Seni ikaz
etmezsek, görevimizi yapmamış oluruz. Seni uyarmak için
söylediklerimize niçin kırılırsın? Ne yapacağımızı
bilemiyoruz'' dediler.
Onlar böyle konuşurken, büyük şehzade yerinden fırladı ve,
''Allaha ısmarladık'' diyerek yanlarından ayrıldı. Aşk
derdiyle kendinden geçmiş, mest bir halde Çin padişahının
sarayına vardı. Vakit geçirmeden padişahın huzuruna çıktı,
yeri öptü.
Üç şehzadenin durumunu, başından sonuna kadar Çin padişahı
biliyordu. Yine de görevli memurlar, vazifeleri gereği
padişaha büyük şehzade hakkında bilgi verdi:
''Padişahım! Huzurunuzdaki bu şehzade, sizi büyük padişah
olarak kabul etmiş. Yaralı gönlüyle size sığınmaya gelmiştir.
Sizin ihsanınıza, lutfunuza lâyıktır.'' Padişah,
''Bu delikanlı hangi makamı, hangi mülkü, hangi ülkeyi isterse
ona verin. Terkedip geldiği mülkün yirmi mislini, hatta daha
fazlasını kendisine bağışlıyorum'' diyerek huzuruna kabul
etmedi. Görevli memur,
''Efendim! Şehzade padişahlığı da, malı da, mülkü de
terkederek size gelmiş. Gönlündeki tek arzusu, sizin kulunuz
köleniz olmaktır.
Padişahım! Bu şehzade, aşk ülkesinin valisidir. Onu azat
ederek, işinden ayırmayınız. Aşkından başka bir şeyle onu
meşgul etmeyiniz. Her ne kadar bedeni zayıf, kabiliyeti az
olsa da, padişahımızın lutfu ve keremi onun eksikliklerini
giderir'' dedi.
Padişah, şehzadeyi kabul etti. İkramlarda bulundu. Padişahın
ihsanları, şehzadelerin gamını, kederini ortadan kaldırdı.
Üzüntülerini giderdi.
Şehzade de, güneşin karşısında eriyen bir ay gibi eridi,
benliğinden kurtuldu. Kötü huylarından arındı. Kemâlâtı arttı,
gelişti, tazelendi. Gönlünü sevgi ile tutuşturdu. Aşkı
uğrundan kendini feda etmeye her an hazır bir durumda,
padişahın huzurunda uzun zaman kaldı. Fakat aşk hastalığını
gideremedi. Vuslata yol bulamadı. Bir zaman dişlerini sıkarak
sabretti. Artık sabredecek gücü kalmadı. Muradına eremeden,
ömrü sona erdi. Sevgilinin yüzünü hiç görmedi. Fakat ruhu
hakiki sevgiliye kavuştu.
Büyük şehzadenin cenazesine, yalnızca ortanca şehzade
gelebildi. O sıra küçük şehzade hastaydı. Çin padişahı onu
görünce tanımamış gibi,
''Bu da kimdir?'' diye görevli memura sordu. Memur da,
''Bu vefat edenin kardeşidir'' dedi. Padişah,
''Sen bize, ağabeyinin hatırasısın'' gibi, gönül alıcı
sözlerle iltifatta bulundu.
Padişahın ruhu, harekete geçiren okşayıcı sözleri, ortanca
şehzadeyi âdeta yeniden diriltti.
Ayrılık ateşiyle ıstırap çeken şehzadenin gönlünde mânevî bir
feyiz patlaması oldu. Bir sûfînin yüzlerce çile çıkarmakla
elde edemeyeceği halleri elde etti. Yüz binlerce sırra vâkıf
oldu. Kitaplarda âhiret ile ilgili okuduğu birçok hali, apaçık
yaşadı.
Padişahla şehzade arasında, görülemeyen mânevî bir alışveriş
vardı. Şehzadenin gönlüne, padişahın gönlünden gelen feyizler
yağıyordu. O feyizler sayesinde, şehzadenin keşfi açılmıştı.
Şehzade padişahın himmetine teşekkür edeceğine, yapılan
iltifata, gösterilen yakınlığa karşı duygusuz kaldı. Zamanla
bu aldırmazlık duygusu azgınlığa ve küstahlığa dönüştü.
Şehzade kendi kendine, ''Ben de bir şehzade değil miyim? Ben
de padişah sayılırım. Neden bu padişahın emrine girip boyun
eğdim?'' diyordu.
Mânasız, yersiz düşüncelere kapılan şehzadenin bu nankörlüğü,
padişaha ilham yoluyla mâlum oldu. Şehzadenin mânevî hayatı
bitti. Gönlü gamla, kederle doldu. Hatasını anlayıp tövbe
etti. İmanını kaybetme korkusuyla Hakk'a iltica etti.
Ağlayarak niyazlarda bulundu. Bir sene sonra da vefat etti.
Üç şehzadenin en kabiliyetlisi küçük şehzadeydi. Belâ ve
musibetlere karşı sabrı elden bırakmadı. Nefsin hilelerine
karşı dikkatli davrandı. İstikametten ayrılmadı. Ölmeden önce,
ölmenin sırrına erdi, dosta ulaştı. Sonunda padişahın kızını
da Çin ülkesinin padişahlığını da elde etti.