Yeryüzü Yıldızları 60 Seçkin Sahabenin Hayatı

 

HABÎB b. ZEYD

Bir Fedakarlık ve Sevgi Efsanesi


Daha önce birçok defa değinilen ve Medine ahalisinden yetmiş erkek ve iki kadının Resûlullah (s.a.v.)’e biat ettiği İkinci Akabe Biatı’nda Habîb b. Zeyd ve babası Zeyd b. Asım da o mübarek yetmiş kişinin arasındaydılar...

Annesi Nüseybe bint Ka’b, Resûlullah (s.a.v.)’e biat eden iki kadının ilkiydi… İkinci kadın ise teyzesiydi… Öyleyse o kemiklerinde ve kanında iman akan soylu bir mü’mindi...

Medine’ye hicretinden sonra hiçbir savaş ve görevden geri kalmaksızın Resûlullah (s.a.v.)’in yanında yaşadı..

Bir gün yarımadanın güneyi, peygamberlik iddia eden ve insanları dalâlete sürükleyen kendini bilmez iki yalancıya tanık oldu... Biri San’a’da ortaya çıktı. Adı Esved b. Ka’b el-Ansî.. Öbürü Yemame’de ortaya çıktı. Adı Müseylimetü’l-kezzâb idi… Bu iki yalancı kendi kabilelerinde Allah’a ve Resûlü’ne icabet eden mü’minlere ve o beldelere gönderilen Resûlullah (s.a.v.)’in elçilerine karşı insanları kışkırtmaya başladılar…

Daha da ileriye giderek bizzat peygamberlik gerçeğini saptırmaya ve yeryüzünde fesad ve dalâlet yaymaya başladılar… Resûlullah (s.a.v.) bir gün Müseylime’nin gönderdiği bir elçiyle yüz yüze gelir. Elçi, Müseylime’nin şu sözlerini içeren bir mektup verdi: ”Allahın elçisi Müseylime’den Allah’ın elçisi Muhammed’e selâm olsun…

Seninle peygamberliğe ortak kılındım. Yeryüzünün yarısı bizim, yarısı da Kureyş’indir. Fakat Kureyş saldırgan bir kavimdir...!!” Resûlullah katip sahâbîlerinden birini çağırtıp, Müseylime’ye cevabını yazdırır: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…

Allah’ın elçisi Muhammed’ten yalancı Müseylime’ye… Selâm hidâyete tâbi olanın üzerine olsun. Yeryüzü Allah’ındır. Kullarından dilediğine verir ve akıbet takva sahiplerinindir...!” Resûlullah (s.a.v.)’in bu sözleri sabah aydınlığı gibiydi.

Peygamberliği bir mülk zanneden ve yeryüzünün yarısıyla insanlığın yarısını istemeye kalkışan Benî Hanîfe (Hanife oğullarının) yalancısının yalanını ortaya çıkardı..! Müseylime’nin elçisi saptırmada ve sapıklıkta oldukça ileri olan Müseylime’ye Resûlullah (s.a.v.)’in cevabını götürdü..

Müseylime iftira ve yalanını yaymaya devam etti. Mü’minlere eziyete ve insanları onlara karşı kışkırtmaya devam etti. Resûlullah (s.a.v.) ona ahmaklığı bırakmasını öğütleyen bir mektup göndermeyi gerekli buldu…
Habîb kendisine büyük ecir ve sevap kazandıracak olan Müseylime’nin kalbinin hakka ihtida etmesi temennisiyle Resûlullah (s.a.v.)’in kendisini görevlendirdiği yüce görevin gururuyla dolu olarak hızlı adımlarla yola düştü.

Yolcu hedeflediği yere ulaştı… Yalancı Müseylime, nuru gözlerini kamaştıran mektubu açtı. Dalalet ve gururunda daha da ileriye gitti. Müseylime bir serseri ve soysuzdan başka bir şey olmadığından, serseri ve soysuzların bütün özelliklerini üzerinde taşıyordu..!! Bu nedenle… Arapların saygı duyup, mukaddes saydığı bir uygulama olan; yazılı bir mektubu taşıyan bir elçiyi öldürmekten alıkoyacak ne mertlik, ne Araplık, ne de soyluluktan hiçbir şey onda yoktu...!! Kader bu yüce dinin, bütün insanlığa verdiği kahramanlık ve yücelik derslerine, bu sefer konusu ve öğretmeni Habîb b. Zeyd olan bir yenisini eklemesini istedi..!!

Yalancı Müseylime kavmini toplayarak onları önemli günlerinden bir gün için çağırdı... Resûlullah (s.a.v.)’in elçisi Habîb b. Zeyd, zalimlerin kendisine yaptığı şiddetli işkencenin izleri üzerinde olduğu hâlde getirildi. Bunu ruhunun cesaretini yok edip, insanların önünde Müseylime’ye iman etmeye çağrıldığında, Müseylime’ye iman etmek için acele eden bir duruma getirmek ümidiyle yapmışlardı... Böylece o başarısız yalancı, aldattıklarının karşısında asılsız bir mucize gerçekleştirmiş olacaktı.

Müseylime, Habîb’e şöyle dedi: “Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şehâdet ediyor musun?” Habîb: “Evet.” dedi. “Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şehâdet ediyorum..!” Yüzü korkudan sararan Müseylime sormaya devam etti: “Benim de Allah’ın elçisi olduğuma şehâdet ediyor musun..?! Habîb öldürücü bir aşağılamayla cevap verdi: “Ben sağırım, duymuyorum..!” Müseylime’nin yüzündeki korku sararması, aşağılık kin dolu bir karanlığa dönüştü…

Planı başarısızlığa uğradı. Yaptığı işkence kendisine bir yarar sağlamadı ve mucizesine tanık olmaları için topladıklarının önünde yalancı heybetini çamurlara batıran kuvvetli bir tokat yedi. O an boğazlanmış bir öküz gibi tepindi ve celladını çağırdı. O da önce Habîb’in cesedini kılıcının ucuyla deşmeye başladı. Sonra cesedini parça parça, bölüm bölüm, uzuv uzuv kesmeye başladı… Yüce kahraman bütün bu yapılanlara sadece İslâm’ın sloganını tekrar ettiği bir mırıldanmayla karşılık verdi: “Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhammed Allah’ın elçisidir…”

O an Habîb, yüreğinde imanını gizleyerek Müseylime’ye göstermelik bir “evet” deyip hayatını kurtarsaydı, ne imanı eksilirdi, ne de İslâm’ına bir zarar gelirdi... Fakat babası, annesi, kardeşi ve teyzesiyle birlikte akabe biatına katılan ve o kesin ve mübarek anlardan itibaren biatının ve imanının sorumluluğunu tam ve eksiksiz olarak taşıyan adam, bir günün bir anını, hayatıyla amacı arasında ölçüye vuracak biri değildi...

Orada karşısında hayatını kazanabilmek için, imanının hikayesini bütünüyle temsil eden o eşsiz fırsat gibisi yoktu... Sebat, yücelik, kahramanlık, fedakârlık ve hak ve hidâyet uğruna şehâdet… Bütün bunlar tatlılık ve ihtişamlarıyla neredeyse tüm zafer ve başarıları aşacak bir ölçüdeydi…!!

Resûlullah (s.a.v.)’e değerli elçisinin şehâdet haberi ulaştı ve o Rabbinin hükmüne sabretti. O, Allah’ın nuruyla bu yalancı Müseylime’ye ne olacağını biliyor, hatta öldürülüşünü bizzat görüyor gibiydi… Fakat Habîb’in annesi Nüseybe bint Ka’b uzun müddet dişlerini sıktı, sonra Müseylime’nin bizzat kendisinden oğlunun intikamını almaya, kılıcını ve mızrağını o pis etine gömmeye yemin etti… O an kızgınlığını, sabrını ve metanetini seyredip, ona hayran olan kader, aynı zamanda sözünü yerine getirebilmesi için onun yanında olmaya karar veriyordu…

Kısa bir müddet sonra ebedî savaş, Yemame savaşı gerçekleşti… Resûlullah (s.a.v.)’in halifesi Ebû Bekir es-Sıddîk, Müseylime’nin en büyük orduyu topladığı Yemame’ye gidecek olan İslâm ordusunu hazırladı… Nüseybe de askerlerle birlikte yola çıktı... Sağında bir kılıç, solunda bir mızrak ve dili duraksamadan: “Allah’ın düşmanı Müseylime nerede..?!” diye haykırarak, savaş kargaşasının içine atıldı…

Müseylime öldürülüp, taraftarları dağılmış bir yün gibi düşmeye ve İslâm bayrakları aziz ve muzaffer olarak yükselmeye başladığında... Nüseybe mübarek bedeni kılıç ve mızrak yaralarıyla dolu olarak, şehid ve sevgili oğlunun yüzünü düşündü. Onu zamanı ve mekanı doldurur bir hâlde buldu..!!

Evet...

Nüseybe, dalgalanan muzaffer bayraklardan birine bakışlarını her çevirdiğinde onun üzerinde oğlu Habîb’in yüzünü muzaffer ve gülümser bir şekilde dalgalanırken gördü...