Yeryüzü Yıldızları 60 Seçkin Sahabenin Hayatı

 

CA’FER b. EBÛ TÂLİB

Ondaki Gençliğe ve Güzelliğe Bakın...


Onun takvasına, tevazusuna, ilmine ve iyilik severliğine bakın.. Onun korku nedir bilmeyen cesaretine, fakirlikten korkmayan cömertliğine bakın...

Ondaki iffet ve temizliğe, sıdk ve emanete bakın...

Fazilet, azamet ve güzellik çeşitlerinin en güzellerini onda bulursunuz... Sakın bu duruma şaşırmayın; zira sizler, yaratılış ve ahlâk bakımından Resûlullah’a en çok benzeyen kişiyle karşı karşıyasınız... Evet, sizler, Allah Resûlü’nün “Miskinlerin Babası” diye künye taktığı, “Zü’l-cenâhayn” (İki Kanatlı) diye lakaplandırdığı, “Cennet Kuşu” Ca’fer b. Ebû Tâlib’le karşı karşıyasınız... Hayatlarını Allah yolunda feda eden ilk İslâm mücahidlerinin ulularından biriyle karşı karşıyasınız...

Resûlullah’a gelerek müslüman olmuş ve müslüman olmasıyla da ilk mü’minlerden olma şerefine ermişti... Aynı gün karısı Esma binti Umeys de müslüman olmuştu. Kureyş’in eziyet ve işkencelerinden paylarına düşeni almışlar; cesaret ve kararlıklarıyla İslâm tarihinde eşsiz birer örnek teşkil etmişlerdi. Hz. Peygamber, ashabına Habeşistan’a hicret etmelerini emredince, Ca’fer ve karısı da Habeşistan’a gitmişler, orada iki yıl kalmışlar ve bu esnada oğulları Muhammed, Abdullah ve Avf dünyaya gelmişlerdi...

 Ca’fer, Habeşistan’da İslâm’ın ve Resûlullah’ın sözcüsü konumundaydı... Zira Allah, ona ince bir anlayış, parlak bir zeka ve keskin bir dil ihsan etmişti... Şehid oluncaya kadar savaştığı “Mûte” günü, hayatının en muazzam, en müthiş ve en övgüye değer günüydü... Habeşistan’da Necâşi önünde yaptığı düzgün ve güzel konuşma da o gün gösterdiği kahramanlıktan aşağı kalmıyordu… O gün gerçekten eşsiz bir gün ve acayip bir sahne idi…

Zira Kureyş, müslümanlara olan kininden, düşmanlığından ve saldırganlığından hiçbir şey kaybetmemişti... Hatta müslümanların Habeşistan’da çoğalıp güçleneceği düşüncesi, onları daha da kızdırıyordu... Bu sebeple bir an önce onları ortadan kaldırmak istiyorlardı... Müslümanların Habeşistan’da rahat ve huzur içerisinde olmaları onlara ağır geliyordu... Bu nedenle Kureyş’in ileri gelenleri Necâşi’ye hediyelerle birlikte iki elçi gönderdiler ve
müslümanların tekrar iade edilmelerini istediler... Bu iki elçi, o vakit henüz müslüman olmamış olan; Abdullah b. Ebû Rebîa ve Amr b. Âs idi...

O dönem Habeş hükümdarı olan Necâşi, iman sahibi birisiydi... Kendi anlayışına göre, sapıklık ve taassuptan uzak bir şekilde saf Hıristiyanlığı benimsemişti... Güzel ahlâkı ve adaleti herkesçe biliniyordu... Allah Resûlü de bu sebeple, ashabına hicret diyarı olarak onun memleketini seçmişti... Necâşi’nin bu durumu, Kureyş’i endişeye düşürmüş, istediklerini elde edememek korkusuyla elçileri kıymetli ve ağır hediyelerle göndermişler, kilisenin ulularını da birlikte yollamışlardı... Elçilere de Necâşi’den önce şehrin ileri gelenlerine uğrayıp, hediyelerle onları saflarına almalarını ve daha sonra Necâşi’yi ikna etmeye onlarla birlikte gitmelerini öğütlemişlerdi...

Zira bu sayede Necâşi’ye istediklerini kabul ettirmenin daha kolay olacağını düşünüyorlardı... Elçiler Habeşistan’a doğru yola çıktılar... Kendilerine tembih edildiği şekilde öncelikle soylulara ve din adamlarına uğrayarak hediyelerini sundular, daha sonra da Necâşi’ye hediyelerini gönderdiler... Ve kendilerinden emin bir şekilde, isteklerini elde edebileceklerini düşünerek beklemeye başladılar... Necâşi ile görüşmeleri için bir gün tayin edildi ve o günde onun huzuruna çıktılar...

Necâşi, tahtına oturmuştu. Bir yanında sekinet ve huzur içinde müslümanlar durmakta, diğer yanında ise sürekli olarak müslümanları itham eden ve bir an önce iadelerini isteyen Kureyş elçileri... İlk söz Kureyş elçilerinindi: “Ey melik...! Bu sefih insanlar senin ülkene girmişlerdir. Bunlar atalarının dininden ayrılmış, senin dinini de benimsememişlerdir... Ne senin ne de bizim bilmediğimiz yeni bir din icat etmişlerdir... Bizleri sana, bu insanların kavimlerinin ve aşiretlerinin ulularından olan babaları ve amcaları gönderdi... Onları geri istiyorlar...” dediler.

Necâşi müslümanlara döndü ve: “Sizi kavminizden ayıran ve bize de yabancı kılan bu din nedir?” diye sordu. Ca’fer b. Ebû Tâlib, müslümanların sözcüsü sıfatıyla ayağa kalktı, etrafını şöyle bir süzdü ve Necâşi’ye yönelerek sözlerine başladı: “Ey melik.. ! Biz cahil bir kavimdik... Putlara tapar, leş yer, zina eder ve akraba ziyareti yapmazdık. İçimizden güçlü olanlar zayıfı ezerdi... Ta ki Allah Teâlâ bize kendi içimizden bir peygamber gönderdi...

Nesebini, doğruluğunu, emanetini ve iffetini bildiğimiz bir Resûl... Bizi bir tek olan Allah’a ibadete çağırdı... Bizlerden, atalarımızın taptığı putlardan yüz çevirmemizi istedi… Bize doğruyu söylememizi, emanete riayet etmemizi, akraba ziyaretlerini, komşularla iyi geçinmeyi emretti... Ayrıca haramlardan ve kan dökmekten sakınmamızı istedi...

Bizleri yalandan, zinadan, yetim malı yemekten ve namuslu kadınlara iftira etmekten men etti... Biz de onu tasdik ettik ve ona iman ettik... Rabbinden getirdiği şeyler hususunda ona tâbi olduk. Allah’ın birliğine iman ettik ve hiçbir şeyi O’na şirk koşmadık... Bize haram kıldıklarını haram, helâl kıldıklarını da helâl kabul ettik... Buna karşılık kavmimiz bize isyan etti... Dinimizi terk edip tekrar putlara tapmamız ve daha önceki kötülüklerimize geri dönmemiz için bize işkence ettiler...

Bize karşı çıkıp, zulmettikleri için... Bizi dinimizden ayırmak istedikleri için onlardan ayrıldık... Ve senin yanında senin ülkende zulme uğramayız düşüncesiyle buraya geldik…” Ca’fer’in bu duygulu ve etkili açık konuşması karşısında Necâşi’nin kalbi yumuşadı, merhamet duyguları çoştu geldi... Ve Ca’fer’e dönerek; “Resûlünüze nâzil olan şeylerden yanınızda var mı?” diye sordu. Ca’fer, “Evet.” dedi. Necâşi, “Bana oku.” dedi. Ca’fer Meryem sûresinden okumaya başladı.

Tatlı, duygulu bir sesi vardı. Bu okuyuş karşısında Necâşi ve yanındaki din adamları kendilerini tutamayıp ağladılar... Necâşi, ağlaması sona erince Kureyş elçilerine döndü ve şöyle dedi: “Bu (Kur’ân) ve İsa’nın getirdiği (İncil) aynı kaynaktan çıkmıştır... Şimdi çekip gidin..! Vallahi kesinlikle onları size teslim etmem...” Allah Teâlâ mü’min kullarına yardım etmiş, onları korumuştu...

Buna karşılık Kureyş ummadığı bir yenilgi ve hezimete uğramıştı... Fakat Amr b. Âs, kurnaz ve dâhi bir insandı... Öyle kolay kolay yenilgiyi kabul etmez, yeise düşmezdi... Bu olay karşısında da kafa yormuş ve kendince bir hile ve kurnazlık düşünmüştü... Arkadaşına: “Vallahi yarın Necâşi’ye gideceğim ve onların köklerini kurutacağım...” dedi. Arkadaşı: “Hayır, bunu yapma! Onlar her ne kadar bize karşı gelseler de aramızda akrabalık bağları vardır…” dedi. Amr ise: “Ona müslümanların İsa’yı diğer kullar gibi bir kul kabul ettiklerini söyleyeceğim!..” dedi. Evet, bu, müslümanları tuzağa düşürmek için iyi bir hileydi... Müslümanların İsa hakkındaki inançları, Necâşi’yi ve ruhbanları kızdıracak, müslümanları bundan dolayı reddedeceklerdi...

Böylece Kureyş, istediğine nail olacaktı..!! Ertesi gün derhal Necâşi’nin huzuruna vardılar... Amr: “Ey melik! Bunlar İsa hakkında çok büyük bir söz söylüyorlar...” dedi. Bu söz üzerine ruhbanlar dikkat kesildiler... Müslümanlar bir kez daha huzura alındı ve İsa hakkında ne düşündükleri soruldu. Müslümanlar kendi aralarında bir müddet durumu müzakere ettiler...

Ve neticesi her ne olursa olsun, bu konuda Nebîlerinin kendilerine bildirdiği gerçeği söyleme hususunda ittifak ettiler... Meclis yeniden toplandı ve Necâşi, Ca’fer’e dönerek şu soruyu sordu: “İsa hakkında ne diyorsunuz?” Ca’fer cevap olarak şöyle dedi: “Biz İsa hakkında Peygamberimizin bize bildirdiği şeyi söyleriz: O, Allah’ın kulu ve Resûlü, Meryem’e ilka ettiği kelimesi ve O’ndan bir ruhtur...” Necâşi, İsa’nın da kendisi hakkında aynı şeyleri söylediğini haykırarak, söylenenleri doğruladı…

Fakat onun bu sözleri, orada bulunan ruhbahlar arasında huzursuzluk yaratmıştı. Hidâyet nuruyla aydınlanmış mü’min Necâşi müslümanlara dönerek, konuşmasını sürdürdü: “Şimdi gidin, benim ülkemde emniyet ve güven içinde kalabilirsiniz.

Kim size kötülük etmeye kalkarsa, cezasını bulur...” Daha sonra Kureyş heyetini göstererek, adamlarına şöyle emretti: “Hediyelerini geri verin; benim onların hediyelerine ihtiyacım yoktur... Vallahi, Allah bana bu mülkü ihsan ederken benden rüşvet almadı; ben şimdi bu mülkün içinde niçin rüşvet alayım?!” Kureyş’in iki elçisi perişan ve mağlup olarak Mekke’ye doğru yola çıktılar... Müslümanlar ise “hayırlı yurtta… hayırlı komşuyla” dedikleri ve güven içerisinde yaşayacakları Habeşistan’da kaldılar. Ta ki, Allah onlara, Resûllerine, kardeşlerine ve yurtlarına dönme izni verinceye kadar…

Allah Resûlü mü’minlerle birlikte Hayber’in fethini kutluyordu... Bu arada, Ca’fer ve beraberindekiler Habeşistan’dan döndüler… Onların dönmesi üzerine Allah Resûlü'nün kalbi sevinçle doldu… Ca’fer’i kucakladı... “Hayber’in fethine mi, yoksa Ca’fer’in dönüşüne mi sevineyim, bilemiyorum...” buyurdu. Resûlullah (s.a.v.) ve beraberindekiler umre yapmak için Mekke’ye gittiler...

Sonra Medine’ye döndüler... Ca’fer’in, mü’min kardeşlerinin Bedir ve Uhud gazvelerindeki kahramanlıklarını işitince kalbi hayranlıkla doldu, gözleri yaşardı... Onların Allah Resûlü'ne olan ahidlerini yerine getirmiş olmaları, Ca’fer’i duygulandırmış, imrendirmişti... Kendisi de onlar gibi olmak, Allah yolunda çarpışmak ve şehid olarak Rabbine kavuşmak istiyordu... Kalbi bu duygularla dolup taşıyordu...

Ufukta daha öncede sözünü ettiğimiz “Mûte” savaşı gözüküyordu... Ca’fer bu savaşta beklediği fırsatı bulmuştu... Ya Allah için büyük bir zafer kazanıp, Allah’ın dinine yardım edecek veya Allah yolunda şehit düşecekti... Bu sebeple, Allah Resûlü'nden, kendisine bu savaşta yer vermesini istedi...

Ca’fer, bunun bir gezinti veya küçük bir harp olmadığını biliyordu... Bu savaş, daha önce bir benzeriyle karşılaşmadıkları büyüklükteydi... Sayı ve teçhizat bakımından oldukça üstün olan çetin bir güçle… İmparatorluk ordusuyla karşı karşıya idiler... Ca’fer bunu bildiği hâlde bu savaşa katılmak için can atıyordu...

Neticede istediğine nail oldu ve ordunun ikinci komutanı olarak bu savaşa katıldı... Ordusuyla birlikte yola çıktı... İki ordu korkunç bir günde karşı karşıya geldiler... Normalde iki yüz bin kişilik Rum ordusu karşısında korku ve endişeye düşmesi gereken Ca’fer, kesinlikle korkmamış, aksine iman gücü ve kuvvetiyle onlarla başa çıkabilecekleri inancını daima korumuştu...

Savaşın kızıştığı bir andı... Zeyd b. Hârise’nin elindeki sancak neredeyse yere düşüyordu ki, Ca’fer sancağı kapıverdi. Bir yandan da şöyle haykırıyordu: Soğuk şaraplarıyla ve tüm güzellikleriyle, Cennete yakın olmak ne güzel..! Soysuz kâfir Rum tüm şiddetiyle saldırmakta, Bize düşen, onların boyunlarını uçurmaktır..!


Şiirler okuyarak düşman saflarının arasına daldı... O sanki tek başına bir ordu gibiydi... Düşman dört bir yandan etrafını sarmıştı... Onu bir an önce öldürmek istiyorlardı... Öyle ki kuşatmayı yarıp dışarı çıkamıyordu... Derken sağ elini kaybetti, sancağı sol eline aldı, sol elini de kaybetti... Bu defa sancağı kollarıyla kavradı... Öylece yere düştü… Bu hâlde dahi sancağı yere bırakmamıştı... Durumu gören Abdullah b. Revâha safları yararak derhal oraya koştu ve sancağı kaptı... Sonra var gücüyle çarpışmaya devam etti..

Ca’fer sonunda dileğine kavuşmuş, en şerefli ölümlerden biriyle ölerek şehid olmuş ve yüce Rabbine huzur içinde kavuşmuştu... Allah Resûlü, Medine’de, savaşın yerini ve Ca’fer’in durumunu ashabına bildirmiş, onu Allah’a emanet ederek, onun için ağlamıştı... Ca’fer’in evine giderek, evlatlarını bağrına basmış, onlarla birlikte göz yaşı dökmüştü...

Daha sonra ashabının yanına dönmüştü... Ashab Hz. Peygamber’in etrafında toplanmıştı. İslâm şairi Hasan b. Sâbit ve Ka’b b. Mâlik, Ca’fer’in kahramanlık ve cömertliğini anlatan mersiyeler söylüyorlardı... Şehâdeti üzerine tüm fakirler ağladılar... Zira o, “Ebü’l-mesâkîn” (miskinlerin babası) idi. Ey Hüreyre (r.a.) onun hakkında şöyle diyor: “Miskinler için en hayırlı insan Ca’fer b. Ebû Tâlib idi...” Evet, o, hayatında insanların en cömerti idi, vefatıyla da şehitlerin en iyisi ve en yücesi oldu... Abdullah b. Ömer onun hakkında şöyle diyor: “Mûte savaşında Ca’fer’le beraberdim...

Vücudunda doksan küsur kılıç ve mızrak yarası gördüm...” Doksan küsur kılıç ve mızrak yarası... Buna rağmen, onun katilleri arzularına kavuşabildiler mi? Hayır… Onların kılıç ve mızrak darbeleri, ancak ve ancak Ca’fer’i Allah’a kavuşturmaya yarayan bir köprü oldu... O bu köprü sayesinde rahmet-i Rahmân’a kavuştu…

O şimdi ebedî cennetlerde, nimet ve bolluk içerisindedir... Dilerseniz Allah Resûlü’nün şu sözüne kulak verin:

“Onu cennette gördüm.. Kan kırmızısı renginde iki kanadı vardı...”