Yeryüzü Yıldızları 60 Seçkin Sahabenin Hayatı

 

MUÂZ b. CEBEL

Helal-Haram Sınırını En İyi Bilen


Allah Resûlü (s.a.v.) İkinci Akabe Biatını alırken yetmiş kişiden oluşan Medineli müslüman temsilcilerin içinde nur yüzlü, açık gözlü, parlak simalı bir genç vardı. Gözünü ve kulağını konuşmalara vermiş, pür dikkat dinliyordu.

İşte bu kişi Muâz b. Cebel’di (r.a.). Ensârdandı. İkinci Akabe biatında biat etmişti. Böylece ilklerden olmuştu. Bir adam düşünün ki, iman ve bağlılıkta zirve… Hiçbir yerde veya savaşta Resûlullah’dan (s.a.v.) geri kalmamış... İşte bu adam Muâz’dan başkası değil.

Onun meziyetlerinin ve özelliklerinin en önemlisi, derin anlayışlılığı idi. Fıkıh ve ilimde öyle bir mertebeye ulaşmıştı ki, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) şu sözlerine mazhar olmuştu: “Ümmetim içinde helal ve haramı en iyi bilen Muâz b. Cebel’dir.” O, akıl üstünlüğü ve cesarette Ömer b. Hattâb’a benziyordu. Allah Resûlü (s.a.v.) onu Yemen’e gönderirken sordu:

“Neyle hüküm vereceksin ey Muâz?” “Allah’ın kitabıyla.” “Allah’ın kitabında bulamazsan?” “Resûlü’nün sünnetiyle.” “Resûlü’nün sünnetinde de bulamazsan?” “Kendi görüşümle içtihat ederim.” Bu cevap üzerine Allah Resûlü’nün yüzünü sevinç aydınlığı kapladı ve şöyle buyurdu: “Resûlü’nün elçisini, Resûlü’nü razı edecek duruma getiren Allah’a hamd olsun.” Allah’ın kitabını ve Resûlü’nün sünnetini esas alan Muâz’ın ne aklı, hakikatleri görmesine engel oldu, ne de hakikatler aklına gizli kaldı. Zeka ve aklını kullanmadaki bu mahareti ve cesareti, akranları ve dostları içinde kendisine saygın bir yer kazandırmıştı.

Bunun neticesinde de “haram ve helali en iyi bilen kişi” övgüsüne mazhar olmuştu. Tarihî rivayetler, nerede olursa olsun, parlak zekası sayesinde her problemin üstesinden geldiğini bildirmektedir. Âizullah b. Abdullah, Hz. Ömer’in hilafetinin ilk günlerinde Resûlullah’ın ashabıyla birlikte mescide girişini ve sonrasını şöyle anlatır: “Otuz kişilik bir meclise oturdum.

Hepsi Allah Resûlü’nden hadis rivayet ediyorlardı. İçlerinde koyu esmer tenli, ifadesi tatlı, parlak yüzlü bir genç vardı. Orada bulunanların yaşça en küçüğü idi. Aralarında hadis hakkında ihtilaf çıkınca o derhal müdahale ediyor ve doğrusunu söylüyordu. Ancak bunu sorduklarında yapıyordu. Toplantı bittiğinde yanına yaklaştım ve “Ey Allah’ın kulu, kim olduğunu söyler misin?” dedim. “Ben Muâz b. Cebel’im” dedi.


Ebû Müslim el-Havlanî şöyle anlatır: “Humus mescidine girdim. Ortalarında parlak yüzlü bir gencin oturduğu bir toplulukla karşılaştım. Genç hiç konuşmuyordu. Topluluk bir meselede anlaşmazlığa düşünce, hemen gence müracaat ediyorlardı. Yanımda oturan kişiye: “Bu kimdir?” diye sordum. “O, Muâz b. Cebel” dedi. O an ona karşı içimde bir sevgi doğdu.” Şehr b. Havşeb de şöyle anlatır: “Allah Resûlü’nün sahâbesi hadis rivayet ederlerken, şayet aralarında Muâz varsa, çekinerek ona bakarlardı.”

Nitekim Hz. Ömer onunla çokça istişare ederdi. Bazı konularda Muâz’a baş vurur, onun görüş ve düşüncelerini alır ve şöyle derdi: “Muâz olmasa Ömer helak olurdu.” O, meseleleri çözüme bağlayan bir akla, ikna edici bir mantığa sahipti. Ne zaman onu tarihin yapraklarında görsek, daha önce anlattığımızın bir benzeriyle karşılaşırız: İnsanlar etrafına halka olmuş oturuyorlar. ..

O susuyor... İnsanlar hadis-i şerife susadıkları zaman konuşuyor. Bir meselede ihtilafa düştüler mi, hemen ona baş vuruyorlar... Çağdaşlarından biri onun konuşmasını: “Sanki ağzından nur fışkırıyor, inciler dökülüyor.” biçiminde tanımlıyordu. O ilimdeki yerini, Allah Resûlü (s.a.v.) daha hayattayken elde etmiş, onun irtihalinden sonra da devam ettirmiştir. Hz. Ömer zamanında vefat ettiğinde henüz otuz yaşındaydı. * * * Muâz eli açık, gönlü açık, ahlâkı temiz bir insandı.

Bir şey istendi mi derhal verirdi. Bu eli açıklığı ve cömertliği bütün malını alıp götürmüştü. Allah Resûlü (s.a.v.) vefat ettiğinde Muâz Yemen’deydi. Onu müslümanlara dinini öğretsin diye oraya Allah Resûlü (s.a.v.) göndermişti. Hz. Ebû Bekir’in halifeliğinde Muâz Yemen’den döndü. Hz. Ömer biliyordu ki, Muâz servet sahibiydi. Hemen Hz. Ebû Bekir’e gidip, Muâz’ın malının yarısının alınmasını teklif etti!!.. Teklif etmekle yetinmedi, derhal Muâz’ın evine gidip, bu durumu ona bildirdi.

Muâz eli ve zimmeti temiz bir kimseydi. Servet edinmiş olsa bile, bu böyleydi. Çünkü o asla günah işlememiş, şüpheli şeylere yaklaşmamıştı. Bundan dolayı Hz. Ömer’in düşüncesine karşı çıktı. Bunun üzerine Hz. Ömer onu kendi hâline bıraktı ve ayrıldı.

Ertesi gün Muâz koşarak Hz. Ömer’in evine geldi. İki gözü iki çeşme, ağlamaktan nerdeyse konuşamıyordu. Ağlamaklı sesiyle şöyle dedi: “Uyuduğumda kendimi büyük bir denizin ortasında buldum. Boğulacağım diye korktum. Sonra sen geldin ve beni kurtardın ey Ömer.” İkisi birlikte Hz. Ebû Bekir’e gittiler ve malının yarısını Beytül-mala almasını istediler. Ebû Bekir (r.a.): “Senden hiçbir şey almayacağım.” dedi. Hz. Ömer, Muâz’a baktı ve: “Şimdi malın tertemiz oldu.” dedi. Eğer Hz. Ebû Bekir, Muâz’ın haksız kazanç sağladığına dair en küçük bir şüphe duysaydı, bir kuruş bile bırakmaz alırdı.

Hz. Ömer de onun peşini asla bırakmazdı. O hayırlı bir topluluk içinde yaşıyordu. Hepsi zirveye doğru yarışan bir topluluktu. Kimi uçarak gidiyordu, kimi de yürüyerek...

Ama hepsi de gidiyordu. Çünkü mübarek insanlardı onlar…

Muâz Şam’a göçmüş, orada ailesiyle ve kendisini ziyarete gelen âlim kimselerle günlerini geçiriyordu. Dostu olan Şam valisi Ebû Ubeyde ölünce Hz. Ömer onu Şam valiliğine tayin etti. Görevde birkaç ay gibi kısa bir zaman kaldı, akabinde rahmet-i Rahman’a kavuştu. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle dedi: “Muâz’ı benden sonra yerime halife tayin etmiş olsaydım ve Rabbim bana “Niçin onu bu göreve getirdin?” diye sorsaydı şöyle derdim: “Resûlü’nden şöyle işittim: “Âlimler Allah’ın huzurunda toplandıklarında Muâz içlerinde olacaktır.” Hz. Ömer’in burada kastettiği halifelik sadece bir beldeye vali tayini olmayıp, onun bütün İslâm coğrafyasına halife olarak tayin edilmesidir.

Nitekim Hz. Ömer’e ölümünden az önce: “Bize bir kimseyi halife olarak atasan” diye sorulduğunda şöyle cevap vermişti: “Şayet Muâz b. Cebel sağ olsaydı, onu yerime halife tayin ederdim. Rabbime ulaşıp da bana “Ümmet-i Muhammed’e kimi lider olarak bıraktın?” diye sorsaydı, “Onların başına Muâz b. Cebel’i bıraktım.” derdim. Çünkü Allah Resûlü’nden (s.a.v.) şunu duymuştum: “Muâz b. Cebel kıyamet günü âlimlerin önderidir.”

Bir gün Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurmuştu: “Ey Muâz! Allah’a yemin olsun ki, ben seni çok seviyorum! Her namazın akabinde şu duayı okumayı unutma: “Allah’ım, beni zikrine, şükrüne, sana güzel ibadete muvaffak kıl, bu konuda yardımını esirgeme!” Evet, Allah’ın yardımı mutlak surette gerekliydi. Nitekim Allah Resûlü (s.a.v.) kendisini gören ve sohbetinde bulunan bütün insanlara bu doğrultuda tavsiyede bulunmuş, dayanılacak gerçek güç ve kudret sahibinin ancak Allah Teâlâ olduğunu ısrarla belirtmişti.

Muâz dersini tam olarak öğrenmiş ve en güzel şekilde uygulamıştı. Allah Resûlü (s.a.v.) bir sabah Muâz’a yaklaştı: “Nasıl sabahladın ey Muâz?” diye sordu. Muâz: “Gerçek bir mü’min olarak ya Resûlullah.” diye cevap verdi. Allah Resûlü (s.a.v.) ikinci olarak: “Her doğrunun bir hakikati vardır. Peki, senin imanının hakikati nedir?” diye sordu.

Muâz cevaben: “Hiçbir sabah olmuyor ki, akşama eremeyeceğim korkusuna kapılmayayım. Akşam olunca da sabaha eremeyeceğim endişesinde oluyorum. Bir adım attığımda diğerini atabileceğimden emin olamıyorum. Amel defterlerini okumaya çağrılan, diz üstü çökmüş ümmetleri görür gibi oluyorum. Sanki cennet ehlini cennet nimetleri içinde görüyorum.

Cehennemdekiler de azap çekerlerken gözümün önüne geliyor.” diye cevapladı. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.v.): “Evet, kavradın; bu hâline devam et.” diye buyurdu. Evet... Muâz, bütün benliğini Allah’a teslim etmiş, ondan gayrisini görmez olmuştu. İbn Mes’ûd onu çok iyi anlatmış, demiş ki: “Muâz Allah’a hakkıyla ibadet eden, dosdoğru yolda bir ümmetti. Biz Muâz’ı, İbrahim’e (a.s.) benzetirdik.”

Muâz ısrarla ilme ve Allah’ı anmaya çağırıyordu insanları. Onların doğru bilgilenmelerini istiyor ve şöyle diyordu: “Hikmet ehlinin sürçmelerinden sakının. Gerçeği gerçekle öğrenin. Kuşkusuz gerçeğin ışığı, aydınlığı vardır.” İbadetin temiz bir niyetle ve ölçülü yapılmasını isterdi. Bir gün: “Bana bir şeyler öğret.” diyen bir müslümana: “Öğreteyim de sözümü tutacak mısın?” diye sormuş. Adam: “Bütün gücümle tutacağım.” diye söz verince şöyle demişti: “Bazen oruç tut, bazen tutma. Gecenin bir kısmında namaz kıl, kalanında uyu. Kazanç temin et; ama haram yeme. Müslüman olarak ölmeye gayret et.” İlmi, hem bilgi hem de amel olarak görüyordu. Bu doğrultuda olmak üzere:

“Öğrenmek istediğiniz her şeyi öğrenin. Şunu bilin ki, Allah siz o ilimle amel edinceye kadar ondan size hiçbir fayda sağlamaz.” demiştir. Esved b. Hilal anlatıyor: “Biz, Muâz’la birlikte yürüyorduk. Bize şöyle dedi: “Haydi oturalım da biraz iman edelim.” Herhalde sürekli suskunluğunun sebebi, sürekli tefekkür ve düşünce içerisinde olmasıydı. Bu hâli Allah Resûlü’ne (s.a.v.) söylediklerinin tecellisiydi: Bir adım attığında öbür adımı atıp atamayacağından emin olamamanın kaygısıyla hareket ediyordu. İşte bu Rabbinin zikrine tam olarak kendini vermenin ve nefsini sürekli denetim altında tutmanın bir ifadesiydi. * * * Ecel geldi ve Muâz huzura çağrıldı…

Ölüm sarhoşluğunda her canlı şuurunu kaybeder. Şayet konuşabilirse, hayatı ve durumu hakkında bazı şeyler söyler. İşte böyle bir durumda Muâz, bir yüce mü’mini açığa veren şu kelimeleri dilinden dökmüştü: “Allah’ım, ben senden korkardım. Şimdi ise senden ümitliyim. Sen de bilirsin ki ben, dünyanın ne akan nehirlerini, ne de salınan ağaçlarını sevmedim… Susuzluğumun giderilmesini ve zorluklara göğüs gerebilmeyi ve ilim, iman ve taatimin arttırılmasını umarım.” Sağ elini sanki ölümle tokalaşır gibi açtı. Ötelere doğru “Merhaba ölüm!” diyerek yürüdü gitti…

Ve Muâz Rabbine yürüdü...