Yeryüzü Yıldızları 60 Seçkin Sahabenin Hayatı

 

ABDULLAH b. ÖMER

Müdavim ve Tövbekâr


Uzun ömrünün sonuna doğru şöyle anlatıyordu:

“Resûlullah (s.a.v.) ile anlaştık. Şu güne kadar ne anlaşmamızı bozdum ne de değiştirdim. Hiçbir fitneci ile anlaşmadım. Bir mü’mini de uykusunda rahatsız etmedim.”

Bu sözler seksen sene yaşamış, salih bir kimsenin hayatının güvenilir bir özetidir. Daha on üç yaşındayken Allah Resûlü (s.a.v.) ile birlikte olmuştur. Babası onu Bedir Savaşı’na götürmek istedi; ancak Resûlullah (s.a.v.) yaşının küçüklüğü nedeniyle kabul etmedi. Bundan önce de babası onu Medine’ye hicretinde yanına arkadaş olarak almıştı. Böylelikle çocukluktan erkekliğe ilk geçiş döneminde Allah Resûlü’ne ulaşmış, İslâm ile tanışmıştı.

O günden bugüne yani Allah’ın kendisine verdiği seksen yıllık uzun ömrünün sonuna kadar Allah Resûlü’ne verdiği sözden yaptığı anlaşmadan kıl kadar sapmadığını görüyoruz. Birçok meziyetlere de sahipti Abdullah b. Ömer. İlmi, tevazusu, istikameti, cömertliği, takvası, ibadette devamlılığı, doğruluğu bunlardan bazılarıydı. Bütün bu meziyetlerle İbn Ömer âdeta boyanmış, şahsiyet kazanmış, hayatını biçimlendirmişti. Babasından birçok iyi şey öğrendi. Babası ile birlikte Resûlullah'tan iyilik, güzellik ve yüceliklerin tamamını öğrendi. Babası gibi Allah’a ve Resûlü’ne olan imanını en güzel kıvamda yaptı. Öyle ki âdeta yaşantısında Allah Resûlü’nün adımlarını takip ederdi. Allah Resûlü (s.a.v.) bir işi nasıl yapıyor, bakar ve onu dikkatli gözler, muhafaza ederdi.

Örneğin: Allah Resûlü (s.a.v.) bir yerde namaz mı kıldı? Aynı yerde İbn Ömer de kılardı. Resûlullah (s.a.v.) bir yerde durup dua mı etti, o da orada durur, dua ederdi. Allah Resûlü (s.a.v.) bir yerde devesinden inmiş ve iki rekat namaz kılmıştı. İbn Ömer de oraya her geldiğinde devesinden iner ve iki rekat namaz kılardı. Allah Resûlü (s.a.v.) Mekke’de bir yerde devesini döndürmüş, sonra inerek, iki rekat namaz kılmıştı. Abdullah o yere her geldiğinde devesini döndürür, çöktürür, sonra da iki rekat namaz kılardı.

Tıpkı Allah Resûlü’nün (s.a.v.) yaptığı gibi... İbn Ömer, Resûlullah’a olan bağlılığında son derece ileriydi. Hatta mü’minlerin annesi Hz. Aişe şöyle demişti: “İbn Ömer gibi, Allah Resûlü’nü konakladığı yerlerde takip eden kimse yoktur.” Uzun ömrü işte bu minval üzere geçti. Öyle ki, bir zaman sonra müslümanlardan bir salih kişi şöyle dua ediyordu: “Allah’ım, Abdullah b. Ömer’i ben yaşadığım sürece yaşat da ona tâbi olayım. Çünkü Resûlullah’ın (s.a.v.) sünnetine ondan daha bağlı birini bilmiyorum.” * * * Bu derece sağlam araştırıcılığı, sünnete bağlılığı nedeniyle İbn Ömer, harfiyen hatırlamadığı hiçbir hadisi rivayet etmemiştir.


Aynı asırda yaşayanlar şöyle demiştir: “Bir hadise ilave yapmak ya da onu eksiltmekten Abdullah b. Ömer’den daha fazla korkan, kaçınan başka bir sahabî yoktur.” Fetvalarında da aynı titizliğe sahipti. Nitekim bir gün birisi ona bir mesele hakkında fetva sormak için gelmişti. Adamı dinleyince: “Bu konuda bir şey bilmiyorum.” demiştir. Adam da yoluna gitmiştir.

Adam daha birkaç adım uzaklaşmıştı ki, İbn Ömer sevincinden elini birbirine vurmuş ve: “İbn Ömer’e bilmediği bir şey soruldu, o da “bilmiyorum” dedi!” demiştir içinden. Bir içtihatta bulunup da hata etmekten çok korkuyordu. Halbuki o biliyordu ki içtihatta hata eden bir sevap, doğruyu bulan iki sevap alırdı. Ancak takvası, onun fetva verme cesaretini yok ediyordu. Aynı şekilde kadı olarak tayin edilmekten de kaçınmıştır. Halbuki kadılık makamı, devletin ve toplumun en yüksek makamı idi.

Onu elde edenler hem çok servet, hem de yüksek bir statü edinirdi. Abdullah b. Ömer’in servete, makama, taltife ihtiyacı yoktu. Halife Osman (r.a.) bir gün onu çağırdı, kadılık yapmasını istedi. O özür beyan etti. Hz. Osman ısrar edince özrünü yineledi. Hz. Osman’ın: “Bana karşı mı geliyorsun?” diye sorması üzerine İbn Ömer cevap verdi: “Asla! Bildiğim kadarıyla kadılar üç çeşittir: 1. Cehaletle hüküm veren. Bu cehennemdedir. 2. Canının istediği gibi hüküm veren. Bu da cehennemdedir. 3. İçtihat eden ve isabet eden. Bu ona yeter, ne günah kazanır ve ne de sevap alır.

Bu konuda affımı diliyorum.” Hz. Osman, bu sözlerini başkalarına aktarmaması kaydıyla İbn Ömer’i affetti. Bu durum, Hz. Osman’ın cemiyette İbn Ömer’i iyi bildiğini gösteriyor. Şayet İbn Ömer’in bu söylediklerini diğer salih kimseler de duyacak olurlarsa, Hz. Osman muttaki bir kadı bulmakta bir hayli zorlanabilirdi. Bütün bunlar İbn Ömer’e olumsuz bir görüntü veriyordu. Halbuki durum böyle değildi. Abdullah b. Ömer kadılıktan kaçınmıyor, kendisinin buna uygun olmadığını düşünüyordu. Şu da var ki, Resûlullah’ın (s.a.v.) sahâbesinden birçok salih kimse var ve bunlar bilfiil kaza ve fetva işiyle meşgul olmaktalar zaten. İbn Ömer ne kaza makamının dondurulmasından, ne uygun olmayan kimselerin ellerine verilmesinden yanaydı. Ancak kendisi bu makamdan uzak durmak istiyordu...

Böylelikle ibadetle meşgul olmak istiyor. Nitekim bu dönemde birçok yerler fethedilmiş, servet oldukça artmış, makam ve mevki çoğalmıştı. Bu durum bazı mü’minlerin kalplerinin eğrilmesine ve bazı sapmalara neden oluyordu. İbn Ömer gibi bazı sahabîler bu yanlışlıklara karşı çıkmış, iyilik ve güzellikte örneklik rolü oynamışlardır... Böylelikle toplum içinde bir ölçüde olsun fitnenin beli kırılmış oluyordu.

İbn Ömer sanki geceye kardeşti. Âdeta bütün geceyi namazla geçirirdi. Gündüzün de dostuydu, istiğfar ve ağlamakla geçirirdi. Gençliğinde bir rüya gördü. Allah Resûlü (s.a.v.) onu yorumladı. Bizzat o, rüyasını şöyle anlatır: “Resûlullah’ın zamanında (rüyamda) elimde kalın bir kumaş parçası gördüm. İstiyordum ki, o beni uçursun, cennete götürsün. O sırada iki adamın geldiklerini gördüm. Beni cehenneme götürmek istiyorlardı. Bir melek onları karşıladı ve “Onu korkutmayın!” dedi. Onlar da beni bıraktılar.

Rüyamı kız kardeşim Hafsa Resûlullah’a (s.a.v.) anlattı. O da: “Abdullah ne güzel adam!
Geceleri namaz kılsa ve bu namazı çoğaltsa…” buyurdu.” O günden sonra ölünceye kadar gece ibadetini yolculukta olsun, mukim iken olsun, asla terk etmedi. Namaz kılıyor, Kur’ân okuyor, Rabbini bol bol anıyordu. Babasına çok benziyordu. Sakındırma âyetlerini okuyunca, gözlerinden yaşlar boşalıyordu. Ubeyd b. Ümeyr şöyle der: “Bir gün ona: “Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onlara şahit olarak gösterdiğimiz zaman durumları nasıl olacak? Küfür yoluna sapıp, Peygamberi dinlemeyenler, o gün yerin dibine batırılmayı temenni ederler ve Allah’tan hiçbir haberi gizleyemezler.” (Nisa, 4l-42) âyetlerini okuyunca o kadar çok ağladı ki, sakalları göz yaşlarından ıslandı.”

Bir gün din kardeşleri arasına oturdu ve şu ayetleri okudu: “İnsanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara vermek için ölçüp tarttıklarında noksan yapan hilekârlara yazıklar olsun! Onlar düşünmezler mi ki, kendileri büyük bir günde hesap vermek için diriltilecekler. Öyle bir gün ki, insanlar o günde âlemlerin Rabbi huzurunda divan duracaklar.” (Mutaffifin, l-6) Sonra âyeti tekrar okudu, göz yaşları yağmur gibi iniyordu. Hatta coşku ve ağlamasından yığıldı kaldı. Cömertliği, zühdü ve takvası, kendinden ayrılmaz üçlü ittifaktı sanki. Bütün bu faziletler onda aynı anda toplanmıştı.

Verdiğinde bol bol verirdi, çünkü hayatının yarısında güvenilir bir tüccardı. BeytüI-maldan da baba geliri vardı. Ancak o hiçbir zaman mal biriktirmeye yönelmedi. Eline geçeni bol bol fakirlere, muhtaçlara ve isteyenlere dağıttı. Eyyûb b. Vâil er-Rasıbî onun cömertliği hususunda şunu nakleder: “Bir gün duydum ki, İbn Ömer’e dört bin dirhem ve bir top kadife kumaş gelmiş. İkinci gün onu veresiye olarak bineğine yem alırken gördüm. Hemen evine gittim ve evdekilere: “Dün İbn Ömer’e dört bin dirhem ve kadife kumaş gelmedi mi?” diye sordum. Onlar “Evet” dediler. “Ama ben onu çarşıda bineğine yem alırken gördüm, ücretini ödeyemedi.” dedim.

Bunun üzerine şöyle dediler: “Dün o, evde durmadı, gitti. O dört bin dirhemin tamamını dağıttı. Sonra kadifeyi sırtladı, götürdü. Eve döndüğünde o da yoktu. Sorduğumuzda onu bir fakire verdiğini söyledi.” İbn Vâil ellerini vurarak çıktı, çarşıya geldi, yüksek bir yere çıkıp insanlara seslendi: “Ey çarşı esnafı! Dünyada ne yapıyorsunuz? İbn Ömer, kendisine gelen dört bin dirhemi dağıtmış, şimdi bineğine veresiye yem alıyor.” Hocası Muhammed (s.a.v.), babası Ömer (r.a.) olan biri işte böyle yüce ve erişilmez olur. Kendinde bulunan cömertlik, zühd ve takva gibi üç özellik, İbn Ömer’in iyi bir öğrenci ve iyi bir evlat olduğunu anlatmaya yeterdi.

Allah Resûlü’ne (s.a.v.) böyle tâbi olan biri hakkında uzun uzun düşünmek gereksizdir. Bu o kişidir ki, Resûlullah (s.a.v.) devesini nerede durdurmuşsa, o da orada durduruyordu. İyilikte, vakarda ise, babasını örnek almış, kendisi de örnek bir şahsiyet olmuştur. Böyle bir Peygamber ve böyle bir babanın yanında yetişen biri için fazla söz gereksizdir. Yığın yığın mal geliyor; ama elinden hızla akıp gidiyor, bir yandan öbür yana naklolunuyordu. Cömertliği onu ne kibir ve gurura sürüklemiş, ne de övülen bir kimse olmaya... O bütün malını muhtaç ve fakirlere tahsis etmişti.

Öyle ki, tek başına yemek yeme durumunda kaldığında yanında yetimlerden veya fakirlerden birinin olmasını isterdi. Zenginlere düğün yemeği veren bir çocuğunu kınamış ve ona: “Tokları çağırıp açları bırakıyor musunuz?!” demiştir.


Fakirler, onun bu hâlini bildikleri için geçeceği yollara öbek öbek dizilirlerdi ki, onları görsün, alsın, evine götürsün ve karınlarını doyursun.

Onun elinde mal, efendi değil, hizmetçi idi. Hayatın asgari ihtiyaçları için bir araçtı, lüks değildi. Mal, sadece onun değildi. Onda fakirlerin de hakkı vardı. Onun cömertliğini zühdü desteklemişti. Öyle bir zühd ki, dünya için çalışmıyor, dünyanın peşinden gitmiyor, ondan bir şey ummuyor, istediği ancak “vücudunu örtecek kadar elbise, ayakta kalacak kadar yiyecektir.” Eski dostlarından biri ona Horasan’dan bir elbise getirdi, hediye etti ve şöyle dedi: “Bu elbiseyi sana Horasan’dan getirdim.

Güle güle giy. Üzerindeki eskimiş, yıpranmış elbiseyi çıkar da bu güzel elbiseyi giy.” Bunun üzerine İbn Ömer: “Getir bakalım!” dedi ve elbiseye dokundu: “Bu ipek midir?” diye sordu. Arkadaşı: “Hayır yündür.” dedi. Bir müddet duraklayan İbn Ömer elbiseyi iade etti ve: “Hayır. Ben nefsime güvenemiyorum. Nefsimin beni, gurur ve kibirli yapmasından korkuyorum.

Allah gururlananları sevmez.” dedi. Yine bir arkadaşı bir gün ona içinde ilaç bulunan bir kap hediye etti. İbn Ömer: “Bu nedir?” dedi. Arkadaşı: “Önemli bir ilaç. Onu Irak’tan getirdim.” dedi. İbn Ömer: “Bu ilacın özelliği nedir?” dedi. Arkadaşı: “Hazmı kolaylaştırır.” cevabını verdi. İbn Ömer tebessüm etti ve şöyle dedi: “Hazmı kolaylaştırırmış?! Ben kırk yıldır hiç doyasıya yemek yemedim ki!” İşte bu adam kırk yıldır hiç doyasıya yemek yemedi. Öylesine aç kalmış değil.

Aksine açlığı zühd ve takvasından, daha da önemlisi Resûlullah’ın ve babası Hz. Ömer’in yoluna ittiba ettiğindendi… Kıyamet günü şöyle denmesinden korkuyordu: “Dünya hayatında yaşadığınız zevklerle ve daldığınız lüks hayatla yetinin.” Kendi kendine şöyle derdi: “Resûlullah’ın (s.a.v.) ölümünden sonra ne tuğla üstüne tuğla koydum, ne de bir hurma ağacı diktim.” Meymun b. Mihran şöyle diyor: “İbn Ömer’in yanına girdim. Evinde olan yatak, yorgan, ne varsa hepsine şöyle bir alıcı gözüyle baktım. Hepsi yüz dirhem etmezdi.” Bu fakirlikten değildi; çünkü İbn Ömer zengindi.

Cimrilikten de değildi; çünkü o cömertti. Bu durum ancak onun zühdünden, lüks hayattan kaçınmasından, doğruluk ve takvaya sarılmasındandı. İbn Ömer uzun bir ömür sürdü. Emevîlerin en parlak, malın mülkün çoğaldığı, refahın yaygınlaştığı ve evlerin hatta sarayların yükseldiği devrinde yaşadı. Ama bu örnek insan hiç değişmedi. Züht ve takvasından taviz vermedi, zamana ayak uydurmadı. Kaçındığı dünya lezzet ve nimetleri kendisine hatırlatılınca: “Ben ve dostlarım bir iş üzerinde görüş birliğine vardık.

Şayet onlara muhalefet edersem, onlara katılamamaktan korkuyorum.” Bir başkalarına da onların dünyayı acizlikten terk etmediklerini öğretiyor ve elini havaya kaldırarak şöyle diyordu: “Ey Allah’ım! Biliyorsun ki, şayet senin korkun olmasa, kavmim Kureyş dünyalık için birbirine girerdi.” Evet... Allah korkusu olmasaydı, dünyaya dalar gider, belki de muvaffak olurdu. Halbuki onun dünyaya ihtiyacı yoktu. Zaten dünya da onun arkasından koşturuyordu, lezzetlerini, nimetlerini ona sunuyordu. İşte bu nimetler içinde hilafet makamı da vardı. Defalarca ona halifelik teklif edildi; ama yüz çevirdi.

Ölümle tehdit edildi, yine kabul etmedi. Bilakis şiddetle reddetti. Hasan (r.a.) şöyle der: “Osman (r.a.) şehid edilince Abdullah b. Ömer’e: “Sen insanların efendisisin. İnsanların efendisinin oğlusun. Ortaya çık sana biat edelim.” dediler.” O ise: “Allah’a yemin olsun ki, bir de benim sebebimle kan akıtılmasını istemem.” dedi. “Çıkmalısın, aksi taktirde yatağında seni öldürürüz.” demeleri üzerine: Aynı sözünü tekrar etti. Ona yöneldiler, korkuttular; ama İbn Ömer’den bir tepki göremediler. Zaman geçti, fitne çoğaldı, insanlar hilafeti kabul etmesi için ona koştular, biat etmeğe geldiler. ama o her defasında reddetti.

Onun bunu geri çevirmesini anlamak güçtü; ama şu kadarı var ki, o bu hususta delil ve ispata sahipti. Osman (r.a.) şehid edildikten sonra işler bozulmuş, kötülük ve tehlikeler peş peşe gelmeye başlamıştı. Eğer İbn Ömer hilafet makamını istemek hususunda çekimser davranmasaydı, hilafeti kabul ederdi, onun zorluklarına katlanırdı. Ancak şu şartla ki, bütün müslümanlar onu seçmeli ve itaat etmeliydiler. Birisi seçecek, öteki eline kılıç alacaksa, bu olmazdı. İşte İbn Ömer’in istemediği şey buydu. Bundan dolayı da hilafeti istemiyordu. Halbuki Abdullah b. Ömer’in öne sürdüğü şartların sağlanması o zaman için mümkün değildi. Bütün faziletine, müslümanlar arasında sevilmesine ve sayılmasına rağmen bu imkansızdı.

Çünkü işler büyümüş, ihtilaflar içinden çıkılmaz hâl almış, müslümanlar arasında grupçuluk belirmiş, kılıçlar kınından çıkmıştı... Böyle bir durumda ortalığın yatışacağını beklemek pek mantıklı olamazdı. Bir gün yolda bir adamla karşılaştı. Adam: “Ümmet-i Muhammed hakkında senden daha şerli başka adam yoktur.” dedi. İbn Ömer: “Niçin? Ne onların kanını akıttım, ne birliklerini parçaladım. Ne de dirliklerini bozdum.” dedi. Adam: “Eğer sen isteseydin, senin hakkında hiç kimse ihtilafa düşmezdi.” İbn Ömer: “Bazıları onaylayıp, bazıları da karşı çıkarken hilafetin bana verilmesini istemedim.” dedi. Olaylar birbirini kovaladı, sonunda Muaviye halife oldu.

Ondan sonra oğlu Yezid hilafete geçti. Akabinde Yezid’in oğlu II. Muaviye halife seçildikten bir müddet sonra hilafeti terk etti.” Bugünlerde İbn Ömer epeyce yaşlıydı, insanların artık ona ilişkin beklentileri de kalmamıştı. Ancak Mervan ona geldi ve: “Uzat elini biat edeyim; çünkü sen Arapların efendisisin, efendilerinin de oğlusun.” dedi. İbn Ömer: “Doğu halkını nasıl ikna edeceğiz?” dedi. Mervan: “Biat etmezlerse öldürürüz.” dedi. İbn Ömer: “Allah’a yemin ederim ki, şu an yetmiş yaşındayım.

Benim sebebimle bir adamın bile öldürülmesini istemem.” cevabını verdi. Mervan şu beyti okuyarak ayrıldı: Fitneler görüyorum kazanda kaynayan Karanlıktır bu saltanat sonrası için babamdan Babasından maksat, II. Muaviye idi.

Hilafeti reddetmesi, kuvvet ve silah kullanılmasından dolayı idi. İbn Ömer’in, Hz. Ali ile Muaviye arasında meydana gelen savaş ve fitnede benimsediği görüş ve izlediği politika, şu sözünde belirgin bir şekilde görülmektedir: “Kim “Haydin namaza!” derse katılırım. Kim “Haydin felaha!” derse katılırım. Kim “Haydin müslüman kardeşini öldürmeye ve malını almaya!” derse hayır, ben bu işte yokum!” O hiçbir zaman bir yanlışa sapmamıştır.


Muaviye, İbn Ömer’in yanına uzun süre gitti geldi. O dönemde saltanatının zirvesindeydi. Bu gidiş gelişinden maksat, İbn Ömer’i korkutmak, onu sıkıntıya sokmaktı. Hatta onu ölümle tehdit ettiği bile oldu. O şöyle diyordu: “Şayet benimle halk arasında kıl kadar bir bağ bile olsa asla koparmam!” Bir gün Haccac hutbede: “İbn Zübeyr Allah’ın kitabını tahrif etmiştir.” dedi. Bunun üzerine İbn Ömer haykırdı: “Yalan söylüyorsun! Evet, yalan söylüyorsun! Sen yalan söylüyorsun!” Korkunç bir durumdu. Haccac gibi bir belâya çatmıştı.

Haccac ki, herkes ondan korkar, kaçınırdı. Nitekim İbn Ömer’i en şiddetli ceza ile tehdit etti. Bütün bunlara karşılık İbn Ömer Haccac’a şöyle dedi: “Şayet bu tehdidi yerine getirecek olursan, bu, şaşılacak bir durum değildir. Çünkü sen sefih ve bu insanlara musallat kılınmış birisin.” Bütün bu cesaret ve gücüne rağmen son günlerinde fitne çıkaracak şeylerden kaçınmaya daha bir özen gösteriyor, hiçbir topluluğa yaklaşmıyordu.

Ebû Aliye el-Berrâ şöyle diyor: “Bir gün İbn Ömer’in peşi sıra, o beni görmeksizin gidiyordum. Bu sırada o, kendi kendine şöyle diyordu: “Kılıçlarını çekmişler, birbirlerini öldürüyorlar ve şöyle diyorlar: “Ey İbn Ömer ver elini!..” O müslümanların kendi elleriyle birbirlerinin kanlarını akıttıklarını görüyor, son derece acı ve ıstırap duyuyordu.” Eğer, müslümanlar arasındaki savaşa engel olmaya ve kanlarını dindirmeye gücü yetse, bunu hemen yapardı.

Ne var ki, gelişen olaylar kendi gücünü aşıyor, o da bu gibi sebeplerden uzak duruyordu. Kalbi Hz. Ali’den (r.a.) yanaydı. Bilakis düşünce bakımdan da onunla aynı düşünceyi taşıyordu. Son günlerinde şöyle dediği rivayet edilir: “Şu dünyada kaçırdığım şeylerden beni en çok üzen, Ali’nin yanında asîler topluluğuna karşı savaşmamış olmamdır.

Her ne kadar Ali (r.a.) haklı olsa da İbn Ömer, savaşmaktan kaçmamış veya kendini kurtarmaya çalışmamıştır. Bilakis düşüncesi farklı olduğundan ve bütün fitnelere karşı tavır aldığından bunu yapmıştır. Çünkü savaş, mü’min ile müşrik topluluklar arasında değil, iki mü’min topluluk arasında meydana geliyordu. Nafi, ona sorduğunda bu durumu açıkladı. Nafi: “Ey Abdurahman’ın babası! Sen Ömer’in oğlusun. Allah Resûlü’nün sahabîsisin. Sen şöylesin, sen böylesin... Neydi seni Ali’ye (r.a.) yardım etmekten alıkoyan?..” dedi. İbn Ömer şöyle cevap verdi: “Bana engel olan Allah Teâlâ’nın müslüman kanının akıtılmasını haram kılmış olmasıdır.

Bu hususta Allah Teâlâ buyurur ki: “Fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın... Din de Allah’ın oluncaya kadar...” Biz bunu yaptık. Güçlüklerle savaştık. Neticede din Allah’ın oldu, ama bugün kiminle savaşacağız?! Putlar Mescid-i Harâm’ı doldurmuşken savaştık ve Allah bütün Arap yarımadasından putları ortadan kaldırdı. Peki bugün “Allah’tan başka ilâh yoktur” diyen insanlarla nasıl savaşacağız?!” İşte onun düşüncesi, delili ile inandığı buydu... O korktuğundan veya kaçtığından dolayı savaştan uzak durmamıştır. Bilakis inananların birbirlerini kırmalarını benimsemediğinden, müslüma-nın müslümana kılıç çekmesini çirkin bulduğundan uzak durmayı tercih etmiştir.

Uzun ömrü boyunca birçok belde fetihlerle İslâm sınırlarına katılmıştı. Refah düzeyi yükselmiş, mal mülk çoğalmış, dünya ve içindekilere arzular kabarmış, yönelmeler başlamıştı. Ama o, bütün bunlardan asla etkilenmemiş, bu yıllar onun zühd, takva ve sükûn yılları olmuştur. İbadetle hayatını sürdürmüş, ilk günkü gibi ömrünü geçirmeye gayret etmiştir. Özellikle Emevîler zamanında devir çok değişmişti. Yaşantı bir başka olmuş, hayat şartları oldukça iyileşmiş, hem fertlerin hem de toplulukların arzuları kabarmıştı. İbn Ömer ise bütün bunlara kayıtsız, uzlet köşesinde, ruhun enginliklerinde hayatını sürdürmüştür.

Çağdaşları onun örnek hayatını şöyle dile getirirler: “Ömer’in oğlu öldü, o erdemde tıpkı Ömer gibiydi.” Babasına olan benzerliğini şu ifadeler daha iyi anlatır: “Ömer (r.a.) öyle bir zamanda yaşadı ki, etrafında kendi gibi insanlar vardı. İbn Ömer öyle bir zamanda yaşadı ki, çevresinde kendi gibi kimse yoktu.” Bu ifadeler biraz abartılı da olsa bir gerçeği dile getiriyordu. O da onun benzeri bir insanın hiçbir asırda gelmediğidir. Hicretin yetmiş üçüncü senesi... Güneş batmaya yüz tutmuş… Bir ebediyet gemisi daha limandan demir alıyor.

Öte âleme doğru yelkenlerini açıyor. Taşıdığı yolcu ise vahiy yıllarının, saadet asrının temsilcisi Abdullah b. Ömer...